Wednesday 27 January 2016

Saklanan gerçekler

"Eğer saklanan gerçekler varsa; bundan faydalanan insanlar vardır" çıkarımı tarih boyunca kendini kanıtlamış bir gerçektir. Gerçeğin zıddı yalan ve sırdır.

Ortada bir sır varsa mutlaka saklanan bir hata vardır. Toplumun değer ölçülerine göre veya insan haklarına karşı  yapılmaması gereken birşey yapılmıştır.

Gerçeği saklama, utanılacak veya cezalandırılacak eylemlerin gizlenmesidir. Eğer karşılaştırılacak değer ölçüsü yoksa; gerçek ya da aldatma yoktur. Böyle insanlara kişiliksiz ya da onursuz insanlar denmesinin nedeni değer ölçülerinin olmamasındandır. Herhangi bir değer ölçüsüne sahip olmadan; yalnızca canları ne isterse ya da çıkarları neredeyse; o yönde fütursuzca (umursamazca) hareket etmekten çekinmezler. Ve mutlaka ters bir durum olursa diye eylemlerini bir kılıfa uydururlar. Tarih boyunca bu grup insanların içinde krallardan, politikacılara, sanayicilerden sıradan insanlara kadar çok geniş yelpazede insan kalabalığı mevcuttur.

Sırlar ancak yalanların ya da karartılmak istenen gerçeklerin olması durumunda var olur. Gerçekleri dile getirenlerle ilgili atasözleri söylenegelmiştir ki sırlar (yalanlar ve haksızlıklar, yanlışlar) hep gizli kalsın. İnsanlar gerçeğin aydınlığına ulaşmasınlar. Gölgenin gizli, sevimli yüzleri olsunlar. Çirkinliklerini gösterecek ışık engellensin istediler. Gerçek ve doğru bilgi, aydınlığın, şeffaflığın, demokrasinin, öğrenmenin ve doğru düşünebilmenin gerekliliğidir oysa. Gerçek, toplum yararınadır.

Rumi, Şems ve Hayyam ile ters düşmeyi göze alarak gerçeği gizleme ile ilgili sözler kervanına katılmıştır. Ve hatta öyle derin bir konudur ki bu; Rumi, tüm dinlerin elçilerinin, gerçeğin gizlenmemesini aktaran ilahi yazıtlara karşın; gerçeğin açığa vurulmasının doğru olmadığını ifade edegelmiştir.

Öyle hazin bir öyküdür ki; kol kırıldı yen içinde bırakıldı. Dokuz köyden kovuldu. Tehdit edildi; delikanlı olmamakla suçlandı. Kuyulara atıldı. Çıkarılıp satıldı. Zindanlara kitlendi. Taşlandı. Mağarada öldürülmeye çalışıldı. Derisi soyularak katledildi. Ateşe atıldı; heyhat, ateşe su ol denildi. Sürüldü. Aç, susuz bırakıldı. Hapislere konuldu. Asıldı. Yetmedi vuruldu. Gerçeğin gizlenmesi adına fütursuzca azabın, aşağılamanın her türlüsü denendi. Değerlerin içi boşaltıldı. Anlamsızlaştırıldı. Yalan ve aldatma hak görüldü. Yine de gerçeğin insanları susmadı, susturulamadı. Binlerce yıldır nesilden nesile o tertemiz bayrağı taşıdı.

Hayatım boyunca sırrım olmadı. Herşeyi açık seçik, net bir insan olmayı daha ilkokul günlerimde seçtim. Buna sebep babamdı ve harika öğretmenimdi. Köylüydü, onurluydu, alnı apaçık tertemizdi. 

Sevgiyle, aydınlıkta kalın..


Tuesday 26 January 2016

Bir pazar günü

Günaydın aşkım, kahvaltı hazır, kahven olmak üzere seslenişiyle uyandım. O tatlı sesi, on yıldır bir gün bile değişmemişti. Yürekten gelen, huzur ve yaşam sevinciyle dolu, sevgiyle bezenmiş, sesindeki o tatlı tınıyı seviyordum. Gözlerimi açtığımda, o mavi gülümseyen gözleriyle bana bakıyor, muzur bir gülümsemeyle haydi kalk artık diyordu. Gözlerim bir an saate takıldı. Birkez bile bakışlarımı kaçırmaz, daha söylemeden, ne demek istediğimi anlardı. Saat 10 oldu bitanem deyiverdi. Bende gülümseyerek kalktım. Balkondaki çiçeklerin mis kokularına, kahvenin taze kokusu karışmıştı. Her pazar yaptığımız gibi kahvelerimizi alıp, balkonda oturduk. Havanın soğuk ya da sıcak olması fark etmezdi. Evimizin büyük ya da küçük olması; arabamızın eski ya da yeni olması; hatta ses yapıp yapmaması ya da gelir düzeyimiz; bulunduğumuz yer de fark etmezdi. Benden başka arkadaş ya da dosta ihtiyaç duymaz; mutlaka yanımda olmak ister; sol yanım olduğunu daima hissettirdi. Bu duygunun güzelliğini, insanda bıraktığı huzur ve güveni tarif edemem. Beni mutlu etmenin, onu mutlu hissettirdiğini anlamam birkaç ayımı almıştı. Derken bende aynı yolu tercih etmiştim. Birlikte aynı kitapları okur, aynı filmleri izler, aynı ezgileri çalışır, benzer tabloları yapar, aynı müziği dinler, aynı konuları araştırırdık. Keyif aldığım her şeyden keyif alıyor; merak ettiğim herşeyi onun da merak ediyor olması birlikte gelişmemizi sağlıyor; ortak konuşacak yığınla konumuz birikiyordu. Aynı yerleri gezmeyi seviyor; aynı yemekleri yemekten mutluluk duyuyorduk. Tek sorunumuz; yatağın aynı tarafında uyumayı sevmekti. Beni sol yanına almak isterdi. Ben de O'nu. Sıraya koymuştuk. Birer ay arayla değişiyorduk. Bu duyguyu bilemezsiniz. Her sabah ve her akşam o tatlı mavi gülümseyen gözlerine, narin yüzüne, biçimli minik burnuna baktıkça içim teşekkürle doluyordu. Bir gece, hiç beklemediğim bir anda, aynı cümlelerle bana aynı teşekkürü anlatıvermişti. Nasıl harika bir yürek çırpıntısıdır; tahmin edemezsiniz. İyi ki varsın, iyi ki seni bulmuşum demekten hiç vazgeçmedi. Ben de aynı sevinçle karşılık veriyordum. İyi ki birbirimizi bulduk diyebilmenin, insanda bıraktığı hafifliğini paylaşıyorduk. 

Böylece yıllar yılları kovaladı. Yıllar geçtikçe, zamanı durdurmak istiyorduk. Zaman tam o anda, ellerimizin kavuştuğu anda dursun diye dua ediyorduk. Sonsuza dek, o an olsun. Ömrüm boyunca nefret nedir bilmeden yaşamış ve kötü bir ruhtan nefreti öğrenmiştim. O kötü ruhtan öğrendiğim tek şey buydu. Daha tanışır tanışmaz, içimdeki o bana ait olmayan, zorla içime yerleştirilmiş duyguyu yakalayıvermişti. Senin benliğin o duyguya çok uzak yaratılmış deyivermişti. Nasıl, anlamadım diye karşılık vermiştim. Gülümsemiş; geçecek demişti. Ben, başımı hafifçe yana eğip; gülümsedikten sonra; elbette ama bir de neden bahsettiğini bilsem diye karşılık vermiştim. 

Daha ilk günlerde adeta ruhumun içine dalmış; bana hiçbir zaman ait olmayan, zorla, eziyetle yerleştirilmiş o nefret duygusunu yakalayıp; söküp atmıştı. Bunu nasıl yaptığını hiç bilemedim. Ama olmuştu. Geçivermişti. Benimde garip taraflarım vardı; kimsenin duymadığı sesleri duyar; kimsenin hissetmediklerini hisseder ve hatta bilirdim. O ise; görüyordu. Kimsenin görmediklerini görüyor; oraya bilinmeyen bir el ile uzanıp, dokunuyordu. 

Bir keresinde O'na telciklerden bahsetmiştim. İki insan birbirini sevdiğinde arada telcikler oluşur ve birbirlerine o telciklerle bağlanırlar diye anlatmıştım. Bu çok eski bir meksika inanışıydı ve fakat ben bunu hisseder; dahası tüm duyularımla bilirdim. Bana ne dedi biliyor musunuz? Aramızdaki şu şeffaf iplikcikleri  mi söylüyorsun deyivermişti. Gözlerim kocaman açılmış; şaşkınlık içinde ona bakıyordum. Sonra, ben 19 tane sayabildim demişti. Ne ciddi misin.. görüyor musun demiştim. evet 19 tane.. ama nasıl olabilirdi.. 19 iplikçik vardı ama nasıl görebilmişti.. dik bir uçurumdan düşmüş ya da saatte 500km ile duvara çarpmış gibi hissediyordum. Ben onun içindeki sesleri, renkleri duyabiliyor; O ise bu renkleri görebiliyordu. İki hilkat garibesi birbirimizi bulmuştuk. O an; rastgele birşey yoktur; mutlaka bir nedeni ve düzeni vardır dediğimde; evet doğru demişti. rastgele olduğu zannedilmesinin nedeni; insanların oluşu görememelerinden kaynaklanıyor diye yanıtlamıştı beni. İşte o saniye; aynı olduğumuzu anlamıştım. Aynı ruhun farklı tezahürleriydik. Çok zaman kaybettik deyiverdi bana. Çok gereksiz bekledim dedi. Benim hazır olmamı beklediğini anlamıştım. Haklıydı; çok gereksiz, saçma yönlere sapmış; gereksiz insanlarla zaman kaybetmiştim. Ama belki, bu benim gelişmem için gerekliydi diye yanıtlamak istedim ama öyle bir yanıt verdi ki; kahkaha ile gülmeye başladık. Sonra; sen zaten hazırdın; bu senin içinde ve sen istemesen de var olan birşey dedi. Sen yalnızca saçmaladın. Gereksiz yere zaman harcadın. Duyularını kapatıp; karanlıkta ışık aramaya kalktın diye yanıtladı. O karanlık ruhu kast ettiğini anlamıştım. Haklısın aslında dedim.

Kahvelerimizi bitirip; müthiş lezzetli kahvaltımızı yine balkonda yapıyorduk. Birden bana döndü ve yine muzur bir gülümsemeyle, kıkırdayarak aklıma harika bir fikir geldi deyiverdi. Ben ise; nedir anlamında başımı hafifçe eğince.. söylüyorum ama gülmek yok dedi.. peki dedim.. akşam yemeğini sinop'ta yemeğe ne dersin diye sordu.. Sinop muuuuu dedim refleksle.. evetttt dedi.. ikimizde orasını çok seviyorduk ama istanbul'dan uzaktı. Bir an düşündükten sonra evet harika bir fikir dedim; çünkü bu mevsimde sinop muhteşemdir. Bir saat içinde hazırlanmış; yola çıkmıştık bile. Yol boyunca eğlenmediğimiz, şakalaşmadığımız bir dakika bile olmadan Sinop'a varmıştık.

Şimdi Sinop'ta mangalımızı yakıyor; sandalyelerimizi açıp; pratik piknik masamızı hazırlıyorduk. Arada yine şakalaşıyor; kimi zaman fizikten matematikten kimi zaman sanattan biraz ekosistemin nasıl işlediğinden bahsedip, arada birlikte ezgiler mırıldanıyorduk. Yemeklerimiz hazır olduğunda güneşin kırmızı tayfa kayan ışınları, ufku hayranlık verecek güzellikte boyuyordu. Başını omzuma dayamış kırmızının hafifçe maviden griye kaymasını izliyorduk ki ağzıma köfteleri doldurmaya başladı.. homurdanıp ağzıma tıkma yav şunları demeye kalmadan, ben de aynısını yapmaya başlamıştım.. bir yandan boğazımıza kaçırmadan yemeye çalışırken, bir yandan da gülmeyi ihmal etmiyorduk..

Gece çökmeye başlamış.. hafif ve tatlı bir yorgunluk sarmıştı. O geceyi orada çadırımızda geçirip; sabah tan yerinin gri kızıllığında yola koyulmaya karar verip; tatlı uykumuza daldık..


iyi pazarlar.. 

Monday 25 January 2016

Kapitalist/Sosyalist sistemler entegre edilebilir mi?

Bugün tartışmak istediğim konu; kapitalist sistemler ile sosyalist sistemler arasındaki farklar ve bu iki sistemin entegre edilmesinin teknik olarak mümkün olup olmadığıdır.
Konuya bakışta ütopik tüm düşünce ve eleştirileri bilimsel olmaması nedeniyle konu dışı bırakacağım. Her ne kadar ekonomik sistemlerin uygulamadaki örnekleri; tanımlandıkları gibi akademik seviyede olmasa dahi; öncelikli olarak bilimsel olarak tanımlanmaları gerekir. Devamını, olumlu ve olumsuz yönlerinin belirlenmesi izler.
Aynı fikirde olmasam dahi; Uygulama alanlarını ise laboratuvar çalışmaları olarak niteleyebiliriz. Çünkü demografik olarak farklı coğrafyalarda ve farklı kültürlerde çalıştırılarak sonuçları tarihe kayıt edilmiştir. 
Ekonomik-Siyasal sistemler yazımda; tüm sistemlerin açıklamalarını çok fazla detaya girmeden vermiştim. Dolayısıyla tekrar aynı tanımları yapmadan; sistemlerin değerlendirilmesine, karşılaştırmalarına ve entegre edilmesi durumunda olası olumlu ve olumsuz yönlerine değinmeye çalışacağım.
Hepimizin yaşamsal deneyimlerimizden görüp, bildiğimiz üzere; kapitalist sistemi çalıştıran ana tema; manipüle edilmediği sürece piyasanın arz-talep dengesidir. Arz, özel firmaların satılmak üzere ürettikleri ürünlerini belirli bir fiyat karşılığında piyasaya sürmeleridir. Talep ise, tüketici kitlenin üretilmiş ürünlere gösterdiği ilgi ve satın alma yönelimidir. Üretim ve tüketim piyasa koşullarını belirler. 

Özel firmalar, kapital sahibi kişi ya da kişilerin birleşmesi sonucunda kurulurlar. Bir veya birkaç kişinin kurduğu firmalar olabileceği gibi yüzlerce ortağa sahip firmalar da mevcuttur. Bu yapı; çalışan (işçi-memur-emekli) ile İşveren sınıflarının oluşmasına neden olmuştur. Sınıflar arası ayrımı belirleyen bir kural ya da zorlama olmamasına karşın işçi sınıfının, işveren sınıfı haline gelmesi ender görülen bir durumdur. Yeni buluşlar ve doğru yatırımlar yapan az sayıdaki kişinin işveren sınıfına geçişi gözlenmiştir. Ve fakat işveren sınıfı kendi içinde kapital gücüne bağlı olarak ayrılmaktadır. Küçük - Orta - Büyük İşverenler olduğu gibi holding, çok uluslu firmalar, tröstler gibi ayrımları da mevcuttur. Özel sektör firmalarının kapital gücü ve hareket alanı genişledikçe sistem üzerindeki etkilerinin arttığı kayıt edilmiştir. Bu etkiler; yalnızca ekonomik faaliyetler olarak kalmayıp; talep edilen yatırımların yapılacağı bölgeyi-coğrafyayı seçme ve siyasal-politik belirleyici etkilerinin olduğu kadar; kendileri ile ilgili davalarda hukuksal konularda da çeşitli ülkelerde belirleyici rol üstlenmişlerdir.

Kapitalist modelde; hükümetlerin sisteme etkisi minimumdur. Sistemin kendi kendini belirlemesine imkan verecek alt yapıyı sunmaktan öteye bir rolü mevcut değildir. Resesyon veya enflasyona neden olacak manipülasyonların engellenmesi ve engellenememesi durumunda sistemin tekrar çalışır hale gelmesi hükümetlerin (devletlerin) görevidir ve bu alanlarda rolü yüksektir. Yol, hava limanı, liman, demir yolları gibi alt yapı çalışmalarını yapmayı ve sistemin işlemesine destek olmayı üstlenir. Projelendirme aşamasında üstlendikleri rolü; yapım aşamasında yine özel sektöre aktarırlar. Sağlık, Ulaşım, ilk-orta öğrenim, üniversite öğrenimi vb. hizmetler özel firmalar tarafından sağlandığı için bu alanlar kapitalist sistemin parçalarıdır. Yine arz-talep dengesi baz alınarak çalışırlar. 

Sistemin en gülünç paradoksu; sayısal çoğunluk bakımından ürün ve hizmetleri satın alarak talebi yaratan sınıf, işçi sınıfının olmasıdır. Sistemin temelinde tüketici memnuniyeti ve sadık tüketici yaratmak olduğu düşünülecek olursa; işçi sınıfının kendi kendini memnun etmeye çalışan rolüne büründüğü anlaşılır. Bu noktada işveren; üretim ve sevkiyat olanaklarını sağlayan ve yalnızca elde edilen gelirin sahibi rolündedir. Başka bir deyişle; yalnızca ortamı hazırlar. Oyuncular kendi oyunlarını oynarlar. Gelir dağılımı açısından değerlendirdiğimizde ise, sistemin başlangıcındaki gibi sürdüğünü tespit ederiz. Yüksek kapitale sahip olanlar yine yüksek kapitale sahiptirler. İşçi sınıfı olarak az kapitalle oyuna girenler yine az kapitalle devam ederler. Sistem bütünlüğü açısından toplamda bir değişim yoktur. 

Diğer bir sorun ise; nüfusun artması ile her iki sınıf grubun arttığı görülür. Sınıfların büyümesi doğu orantılıdır. Buradaki büyüme ifadesi; nicelik bakından artış anlamındadır. Bu durum iki soruna neden olur. Birinci sorun; işveren açısından rekabetin artması ve gelirlerin göreli olarak azalmasıdır. Diğer sorun ise; verimlilik esasına göre çalışan iş alanlarının nüfusa doğru orantılı olarak artmamasıdır. Sonucu ise işsiz sayısının artması olarak görülür. Zamanla işçi sınıfı içinde sınıflar oluşmaya başlar. Göreli olarak yüksek gelirli ve düşük gelirli ve son olarak işsiz (gelirsiz) sınıflar oluşur. Bu durumu vasıflı işçi, vasıfsız işçi ve işsiz olarak tanımlarız. 

Buraya kadar tartıştıklarımız kapitalist sistemin yapısı ve çalışması ile ilgiliydi. Bu noktadan itibaren Sosyalist sistemin yapısı ve çalışması ile ilgili detaylara bakalım. Sosyalist sistemin tanımını anımsarsınız; tüm iktisadi yapının devletin elinde bulunduğu ve işçi sınıfının egemen olduğu sistem olarak tarif edilir. Böyle bir sistemin yaşatılabilmesi günümüz dünyasında (aslında insan ırkının bulunduğu hiçbir ortamda) kapalı bir devlet modeline geçmeden pek mümkün değildir. Bir ülkenin kendi doğal kaynakları, teknolojisi ve üretimi ile kendi kendine yeter olması hayali bir yaklaşımdır. Sınıfsız komünist sistemin tanımı ise tamamen ütopik olduğundan ve ancak ya çok fakir insanlar komünü yaratacağından ya da çok zenginleşmiş atıl geliri olan bir ülkede yaşatılabilme ihtimali olduğundan konu dışı bırakacağım. Komünizm, insan ırkının doğasını ve karakteristik faktörlerini terminolojik olarak doğru tanımlayamadığından kanıtlanamayacak bir teoriden ibaret olmak zorundadır. Fizik'te de buna benzer ütopik hatta saçma teoriler ortaya atılmış; ancak teorileri ortaya atanlar geçen zaman içinde saçma olduklarına ya şahit olmuş ya da öğrenemeden ölmüşlerdir. Buna en tipik örnek, Lord Kelvi'nin 19.yy ortalarında güneş'in ömrünü hesapladığı 26000 yıl ile kanıtladım dediği teorisi ve aynı zamanda evren'de fizik yasası olarak keşfedilmemiş hiçbir şey kalmamıştır gibi ütopik teorilerini okuyabilirsiniz. 


Sosyalist ekonomik sistemin üzerine inşa edildiği fikir; Maslow hiyerarşik modelini devletin tüm insanlara eşit olarak sunmasına dayanmaktadır. Dayandığı teorinin, kaynaklar ve gelirler açısından bir tutarlılığı yoktur. Temel paradoksu, sistemin dış pazara açılması durumunda; dışarıdan gelecek ürünlerin ve özel sermayenin minimize edilmiş arz-talep dengesini talep yönünde bozacağından; aynı zamanda dış pazara satılacak doğal kaynak ve ürünlerin rekabet gücünün sağlanabilmesi için dış pazarın üretim teknolojileri düzeyinde gelişmesi gerekeceğinden teknolojik ithalat ile kapalı sosyalist sistemin sürdürülemez doğal bir değişime uğramak zorunda kalmasıdır. Sosyalist devletin, hem varlığını, dışa karşı savunma sistemlerini hem de içeride barınma, yol, su, enerji, sağlık, eğitim vs gibi tüm ihtiyaçları eşit olarak karşılayan sürdürülebilirliği sağlaması için hem teknolojik gelişmeye hem de tüm yatırım ve gelişmeleri finanse edecek kapital ve kaynaklara gereksinimi vardır. Sosyalist devlet modellerinin sürdürülebilir olmamasının ardında bu paradokslar yatmaktadır. Tamamen ideolojik sistemler bir takım nedenlerle kurulmuş olsa bile varlıklarını sürdürememişler ve sonunda iflas etmişlerdir. Yalnızca amaçlar veya ideolojik inatlar ile teorik yapıların toplum üzerindeki acı deneyimlerini detayları ile tarihsel dokümanlarda bulabilirsiniz. Faşist, komünist, sosyalist, kapitalist sistemlerin vs. hepsinin tarihsel deneyimleri mevcuttur. Bir örnek vermek gerekirse; bir ada ülkesi olan Küba, Sovyetlerden aldığı desteğin kesilmesi üzerine; yukarıda sözünü ettiğim paradoksa düşmek zorunda kalmış ve ülke turizm sektöründe dışarı açılmıştır. Ardından özel yatırımların ülkede yapılmasına ve özel sektörün ülkeye girişine izin vermek durumunda kalmasıyla; komünist sistemin ismen ideolojik nedenlerle yaşadığı izlenimi verilse de; fiilen çökmüştür. 

Bu sözünü ettiğimiz ekonomik-siyasal sistemlerin bir de insan hakları, sağlık ve eğitim eşitliği ve yaşamsal temeller, fikirler açısından sağladıkları demokratik yapılarını incelemek gerekir. Bu açıdan bakıldığında; sosyalist sistem anlayışında; sosyal eşitliğin daha fazla göze çarptığını ve ekonomik aksaklıklarına rağmen sosyal tarafının daha fazla çalıştırılabilir, sürdürülebilir olduğunu gözlemleriz. Fikirlerin ifade edilmesi, özgür düşünce açısından baktığımızda ise; kendi sistem yapısına ters düşen hiçbir özgür düşünce, eleştiri kavramına karşı açık olmadıklarını tespit ederiz. Eğitimde eşitlik olsa bile ortalama ve manipüle edilmemiş bir sistemin kurulamamış olduğu ise ayrı bir gerçektir. Daha önceki yazılarımda; ortalama eğitimin, ortalama insanın yetiştirilmesine hizmet eden ve sisteme entegre edilecek gençlerin aynı fikirler doğrultusunda yetiştirildiğini eleştirmiştim. Dolasıyla hiçbir sistemin, açık fikirlilik, farklılıkları bünyesine kabul etme ve gelişmiş bir eğitim sistemine sahip olmadığını görmek zorundayız.

Kapitalist ve Sosyalist sistemin entegre edilmesi mümkündür. Örnekleri ise mevcut olduğu gibi sürdürebilir niteliklerini Kanada ve İsveç'te halen devam ettirmektedir. Her iki sistemin çalıştırılabilir taraflarının entegre edildiğini gözlemleriz. Sistemlerin teknik düzeyde entegre edilmesinin detaylarına burada girmeyeceğim. Yalnızca ana başlıklar olarak kapitalist/sosyalist sistem; kapitalist sistemin üretim-tüketim, ve kapitalin yönetilmesi ile sosyalist sistemde devletin kapitalin yönetiminde daha fazla rol alarak elde ettiği gelir ve vergiler ile sosyal eşitlik (sağlık-eğitim vs) yapısının entegre edilmesi ile elde edilen bir yapıdır. Sosyal yapı anlayışı toplumda derinleştikçe, toplumun gelişmiş eğitim sistemlerini kurma olasılığı artar. Gelişmiş eğitim sistemi ise zamanla doğru orantılı olarak bireylerin bakış açısını zenginleştirerek, fikirler üretmenin bir tehlike olmadığını, aksine gelişmenin ana teması olduğunun benimsemesini sağlayacaktır. İnsan öğrendikçe zenginleşecek ve gelişecektir. Gelişen insan, doğayla ve kendisiyle savaşın anlamsızlığını kavrayıp; ekosistem ile uyumlu, huzurlu bir yaşamı inşa etmenin yollarını keşfetmeye başlayacaktır. 

Lord Kelvin'nin durumuna düşmek istemem ama benden bir tahmin isteyecek olursanız; tarihsel gelişimi baz alarak tahmini olarak insanın önümüzdeki (7-15 jenerasyon) 500-1000 yıl içinde bunu başarabileceğini umduğumu ifade edebilirim.

... - 1789 fransız ihtilali ile burjuvanın kraliyet sistemini yıkması. 
100 yıl kadar sonra Sanayi Devrimi.
Pazar ve sistem anlaşmazlık savaşları 1.ve 2. Dünya Savaşları (1914 - 1918, 1939 - 1945)
4. Sanayi Devrimi 2015  (70 yıl sonra)

Detaylardaki frekans artsa dahi; ana yapının varlığı ortalama 250 yıldır sürmektedir. Bu tablo ise; insanın gelişim ve değişim hızını gösterir. Tarihteki kültürlerin, örneğin grek kültürünün; kendi kültürünü, anadolu kültüründen alıp geliştirmesi gibi, yani almanların birden ortaya çıktığını iddia etmesine karşın aniden ortaya çıkmadığının kanıtlanması gibi; Değişim ve gelişimler aniden ortaya çıkmazlar. Öncesindeki kültürün üzerine inşa olurlar.


Sevgiyle esen kalın..

Sunday 24 January 2016

Art of Painting

Let me start to tell you a short story. Presume that you are suddenly found yourselft watching a fight between a couple in the middle of the city. Man and woman are shouting to each other. But unfortunatelly man started to beat the woman. He is hitting.. At that moment another joined into the fight and they are trying to stop them. The square is crowded. Cloudy and cold weather. Almost breezy and frosty. 

Well, that is the all story. You know it and you have all details you need. But impossbile to find out the reason why that couple was fighting. So, your question is to paint this scenario. At the same time I am giving the same scenario to the kids they are five to seven years old. And the last of all, a famous painter will paint the same scenario.

At the end we are checking all paints. Assume, what we are going to find out. Including famous paitner all painted almost the same scene however the colours are slightly different and brush hits are different. Basically brush hit difference come from the ability of kids experience and their body capability. 

Almost typically all painters painted almost the same thing. However the ages are really different. Kids are 5 to 7. The others are 25 to 50 and the famous artist is 70 years old. So the question how this can be possible ? The variety of the ages are so different however  the painting results are very similar. Assume that I had asked all to paint daisy flowers in the spring time and at the countryside in a daisy field. What will be the result? It is not hard to guess, again all paitners will paint the daisies.. with slightly different scenes aspects.

So what can you think about these examples ? Why does all paitners paint similar scenes? remember that the ages are really so different?


These examples give an idea why art of paint should improve! 5 years old kids paint the same scenaio which means they use mentally similar technique and similar understanding of the scenario. They are transfering the scene what they see. Kids can not add abstract ideas and abstract brush hits into the paint becasue of the limit of the age ability. They can not transfer the scene to ideas. Which means they can not transfer the feeling to ideas or concepts.

Today art which is abstract art tells us the ability and the improvement of the human understanding and mental growth. We are a bit older than 5 years old today..


Saturday 23 January 2016

Kadın ile Erkek Eşit midir?

Batıdan doğuya, kuzeyden güneye dünya üzerindeki çeşitli basın ve televizyon yayınlarında kadın hakları savunucuları ile ilgili haberleri okuyup, izliyorum. Bu haber ve yayınları gördükçe üzüntü ve kızgınlık hissediyorum. Kadın hakları savunucuları.. kadınlar erkekler ile eşit midir? Birçoğunda tartışılanlara inanmak bile istemiyorum. Erkek kadın ile eşit miymiş.. Kadınların erkekler kadar hakları olmalıymış.. Egemen olan erkeğin kadınlara haklarını vermesi için ciddi savunucuları varmış ve bu çok değerli insanlar sayesinde bazı gelişmeler elde edilmiş. Gerçekten inanmakta zorluk çekiyorum! 

21. yüzyıldayız. İlk insan türünün (homo sapien) Afrika'da bulunmasının ardından 200.000 yıl geçmiş. İnsan, tarımı kullanmaya başlayalı 12000 yıl olmuş. Tüm kaynaklarda insan (human - human being - homo sapien) olarak kayıt edildiğini okursunuz. Kadın ya da erkek diye tanımlanmamıştır. Gezegen üzerindeki tek insan türü bizleriz. Tanımlama kadın insan ya da erkek insan değildir. Birgün uzak galaksilerden ziyaretçilerimiz olduğunda ve bizlerin halen kadın-erkek haklarını tartıştığımızı öğrendiklerinde sanırım ya bizler için ciddi üzüntü hissedecekler ya da gülme krizine gireceklerdir. Bunu tahmin etmek sanırım kahinlik olmasa gerek. Onca yolu geldik ama salak mı salak bir cins bulduk diye merkezlerine rapor edeceklerdir. Muhteşem bir gezegende yaşıyorlar, doğası ve üzerindeki bitki-hayvan çeşitliliği inanılmaz mükemmellikte. Ekosistemi hayranlık duyulacak seviyede. Fakat tek bir tür var ki; üzerindeki diğer canlı türleri ile karşılaştırılamayacak derecede aptal. Kendilerine kadın insan-erkek insan diyorlar.. Yaptığımız inceleme sonucunda 200.000 yıldan uzun süredir bu gezegen üzerinde yaşadıklarını tespit ettik ama hala kendi türlerini tanımlamayı ve kendi haklarını açıklamayı becerememişler. Bir arada nasıl yaşayabildiklerini şaşkınla izliyoruz.  En çok sevdikleri şey; savaşmak, birbirlerini öldürmek, anlayamadığımız bir konuyu; köle olarak tarif ettikleri bir kavramları var, "birbirlerini kullanmak", birbirlerine eziyet etmek, muhteşem gezegenlerinin içine etmek, miskinlik içinde yan gelip yatmak, top dedikleri dairesel bir cisim peşinde koşmak, birbirlerini aldatmak, yalan ve hırsızlık dedikleri yine bilmediğimiz kavramlara sahipler; biz henüz bu kavramlarını anlayabilmiş değiliz ama üzerinde çalışıyoruz.

Sevgili merkez, çalışmalarımızı yakında tamamlayacağız ancak şunu not düşmek isteriz ki; tüm galaksilere ortak bir mesaj geçerek, bu gereksiz aptal türün araştırılmasının zaman kaybından başka birşey olmayacağını ve bu sektörde zaman kaybetmemelerini yayınlamak faydalı olacaktır.

Friday 22 January 2016

Düşünme,tartışma ve aşk.

Aslında bakarsınız başlığı biraz konuyla ilintili olduğu için biraz da ilgili çekici olması bakımından düşünme,tartışma ve aşk olarak koydum.

Bugün tartışmak istediğim konu : düşünme,tartışma, bilinç ve bilinç dışı eylemler (davranışlar).

Daha önceki yazılarımda bilinç ve bilinç dışı davranışlara değinmiştim. Bugün biraz daha derinlemesine değerlendireceğim.

Toplumumuzda düşünme ve tartışma konusu genellikle kişinin bilinç altını tetikleyen bir yarışma ve kazanma olarak algılanmaktadır. Ortadaki konu ne olursa olsun, tartışmayı kazanma ve yenilmeme; bir tür güç ve karakterin sahnelenmesi noktasına götürülerek; kazanmayı ya da en azından yenilmemeyi hedeflemektedir. Bu ise; bizi herhangi bir yere ya da gelişmeye götürmemektedir. Batı düşünme biçimi ve biliminin ilerlemesinin altında yatan ise; konuyu tartışırken proses (süreçlere) ayırma tekniği kullanmalarından kaynaklanmaktadır.

Bir örnek vererek devam edelim. Örneğin; marka bilinirliği konusunda bir tartışma yaptığınızı düşünelim. Aslında konuyu detaylandırarak marka bilinirliğinin detaylarını konuşup tartışmanız gerekirken, birden biri konuyu satışa bağlayıp; marka bilinirliği olmadan da satışın başarılı olduğunu anlatmaya başladığını ve odadaki herkesin satışa odaklanmaya başladığı için marka bilirliğinin önemsizleştirildiğini fark etmeye başlarsınız. Bu bir tür; etkileme tekniğidir. Daha etkili bir giriş ve karşılaştırma ile; tartışılmakta olan konu önemsizleştirilir ve ne işe yarar soruları sorulmaya başlar. Sonuçta marka bilinirliği konusu rafa kaldırılmış; markanın bilmesine gerek olmadan satışın çok başarılı yapılabileceği teorisi kabul görmüştür. Gerçek hayatta ise; marka bilirliği olmadan satışın arttıralamadığı anlaşıldığında; teorinin çalışmadığını deneyimlemiş oluruz. 

Oysa herhangi bir konunun tartışılması; konu bütünlüğü içinde kalınarak, farklı konulara ya da alt-üst yandaş konulara geçmeden ana konunun tüm süreçlerinin düşünülmesi-sorgulanması-araştırılması ve bunun sonucu olarak değerlendirildikten sonra gerekiyorsa; alt-üst yandaş konulara ya da ters teorilere geçilmesi süreçsel (bir anlamda bilimsel) düşünme yöntemidir.  

Tartışmadaki amaç; orijinde kalarak konuyu düşünmek-sorgulamak-araştırmak ve sonuçlara varmaktır. İkna etmek ya da ikna edilmek gibi bir amaca sahip değilizdir. Amacımız; ne yarışmak; ne karakter sahnelemek ne de çok zeki bir konuşmacı olduğumuzu kanıtlamaktır; oysa asıl amacımız konuyu detaylandırarak değerlendirmektir. Bu beklenmeyen davranışlar; genellikle bilinç dışı davranışlardır. Bilinç dışı bir tepkiyle kişi; karşılaştığı düşünceyi düşmanı olarak algılayıp ona saldırmaktadır. Ya da buna neden; konuyu ortaya atan kişiye karşı olan bilinç dışı duygularımız veya ön yargılarımız olabilir.

Bilinç ve Bilinç Dışılığın neler olduklarına bakalım. 


Bilinç Dışı
Id = en ilkel, vahşi bölüm (acıkınca yemek isteyen, susayınca su isteyen, cinsel istek duyunca bunu en hızlı yolla karşısına çıkan ilk ihtimal kişi ile gidermek isteyen bölüm
Super Ego = Öğrenilmiş değerler, ahlak, gelenekler, din, toplumsal baskı, mahalle baskısı vs.sahip bölüm
Ego = Bilinç dışındaki Id ve Super Ego arasında çalışan ve Id'in ilkel istekleri ile Super Ego'nun ahlaki-geleneksel baskısından kaynaklanan çatışmaların arasını bulup mantıksal kabul edilebilirlik haline getiren bölüm.

Bunların en üzerinde ise bilinç bölümü vardır. Bilinç duyu organlarını, akıl ve öğrenilmiş bilgiyi mantık,sezgi,sorgulama,danışma,araştırma seviyelerinde kullanır.

Örneğin çok dindar birinin id bölümü pornograrif yayınları merak ederek, görmek istesin. Süper Ego, hemen devreye girecektir. Dinsel ve ahlaki açıdan bunu yapmasının yanlış olduğunu söyleyerek Id'i durdurmaya çalışacaktır. Bu durum içsel çatışmaya neden olacağından devreye Ego girecek ve mantıklı bir anlaşma yolu bulmaya çalışacaktır. Ve Id'in isteği ile Süper Ego'nun ortaklaşa anlaşabilecekleri bir anlaşma sunacaktır. Pornografi, bir düşmandır ve düşmanını tanımak ve ne olduğunu bilmek zorundasın ki onunla savaşabilesin yaklaşımı ile gelecektir. Bu durumda Süper Ego, düşmanın tanınması için, Id'in pornografi izlemesine izin verecektir. Bu anlaşma her iki bölümü memnun edeceğinden; kişi farkına varmadan bu fikri benimseyecek ve kolaylıkla pornografiyi izlemeye başlayacaktır. Ancak bilinç devreye girdiğinde; hey sen ne yapıyorsun sorusu ile kişiyi uyandıracaktır. Ardından sorularını yöneltecektir. Amacın nedir? Bunu neden yapıyorsun? Neye ulaşmaya çalışıyorsun? Ne öğreniyorsun? Nerede kullanacaksın gibi.. yığınla sorgulama yöneltecek; kişinin yapmakta olduğu eylemin farkındalığını arttırmaya çalışacaktır.

Düşünme ve tartışma; bilinç seviyesinde, konunun orijininde kalarak ve süreçlere ayırarak yapılması gereken bir eylem olması gerekirken; ne yazık ki Id'leri ya da ego'ları ile konuya dahil olan insanlarla karşılaşırız. Çoğunlukla; bilinçleri ile konuya dahil olmayan kişileri kolaylıkla ikna ettiğine şahit oluruz. Siz; süreçte kalmak için mücadele verseniz de; sürecin çoktan rafa kaldırıldığını ve saçma sapan akıl dışı noktalara doğru kaymaya başladığını görürsünüz. Öyle ki; çok ciddi değerlendirilmesi gereken sosyo-politik konuları tartışan millet vekillerinin, milliyetçilik ya da birbirlerine saldırıda bulunacak kadar ileri giderek; asıl konuyla uzak yakın ilgisi olmayan konuları tartışmaya ve hatta kavgaya vardırdıklarını izlersiniz. Ya da haftalık satış toplantısının nasıl futbol takımı tartışmasına dönüştüğüne şaşar kalırsınız. Veya eşlerin tatil planı yaparken nasıl yıllar öncesindeki bir aile toplantısındaki bir anlaşmazlığa döndüklerini gülümseyerek izlersiniz.

Düşünürken ve tartışırken; asıl amacın konunun orijinde kalarak; tüm süreçleri ile değerlendirmek, araştırmak olduğunu aklınızda tutmaya çalışın.

Sevgiyle kalın..

Aklımdakileri anlatmayı seçiyorum..

Nasıl bir başlık koymalı diye düşünüyorum. Eğer bugün ele alacağım konunun ana fikrini anlatan bir başlık atmak istesem; çok sıkıcı ya da belki de ilgi çekici olmayacak. Öfff..bunu okumaya ne gerek var ön yargısı okura ulaşmayı zorlaştıracak. Eğer ilgi çekici ve etkileyici, insanların genellikle ilgi duydukları bir konuya atıfta bulunan bir başlık koysam; bu kez de konu bütünlüğünü vermediğini düşüneceğim. Acaba nasıl bir başlıkla başlamalı? Bu kez konunun başlığını size bırakıp; aklımdakileri anlatmayı seçiyorum.

Bir insana kendi yaşamıyla ilgili bir soru soracak olursak; büyük olasılıkla kendini tanımlamayı es geçip, yaşamının nasıl olduğunu anlatmaya başlayacaktır. Harika bir yaşamım var; eşim, sevgilim, aşkım, çocuklarım, ailem diye konuya başlayıp; anlatmaya koyulacaktır. Bazı insanlar ise; istemediğim ancak yaşamak zorunda olduğum bir hayatı yaşıyorum diye anlatacaktır. Bir köküm yok; eşim, aşkım yok; yalnızım diye yakınacak ya da çok zor şartlar altında üç kuruş parayla yaşamımı sürdürmeye çalışıyorum diyecektir. Yalnız olan insanların, tek başlarına var olmayı beceremediklerinden, arkadaşlar ya da sevgililer peşinde koştuklarını görürsünüz. Ya da birinin yanına sığındım diyenler olabileceği gibi; evimin kirasını denkleştirmekte çok zorlanıyorum diye devam edenler de olacaktır. Hatta yaşamım bombok diyenleri bile duyar gibiyim. Çok az insanın istediği hayatı yaşadığını ve yaşamından mutlu olduğunu anlatacağını kestirebiliyorum. Daha sonra ise; muhtemelen hayallerinden, dualarından, beklentilerinden bahsedecektir. Bazıları ise; artık hiçbir beklentim, umudum yok diye devam edecektir. 

Birçok insan için yaşam, iyi bir gelir kaynağı ve mutlu bir hayattır. Mutluluk anlayışı her insana göre değişebildiği gibi; ortalama bir mutluluk anlayışı da vardır aslında. İyi bir eşi ve mümkün olduğunca az sorun çıkartan çocukları, evi, geleceğe dair fazlaca bir endişesi olmamak ortalama mutluluğun yanıtıdır. Kimilerine göre mutluluk, daha çok gezmek ya da daha çok aşk yaşamak ya da belki istediklerini her zaman yapabiliyor olmaktır. Bana göre ise; yaşamın anlamı ve mutluluğum, doğanın kendisi ve öğrenmektir. Yaşam, öğrendiğimiz bir yolculuktur bana göre.

Sosyoloji, psikoloji üzerine araştırmalar yaptığınızda; istatistiklere baktığınızda; insanın, kendini tanıma serüveni olan yaşamında; hayatına ve kendisine dair bu açıklamaları yaptıklarını bulabilirsiniz. Oysa yaşadığı ülkenin, sonra kentin ve kendi sorunları dışında başka bir bakış açısına sahip olmadıklarını görürsünüz. Düşünebildikleri en büyük düşünce, ekonomik-siyasal sistemler ve tuttuğu takımın o yıl uefa şampiyonlar ligindeki başarı ya da başarısızlıkları olacaktır. Toplamda insanların, çocuk peşinde, para peşinde, raketle-sopayla-elle-ayakla top peşinde koştuklarını öğrenirsiniz. Ne yaşadığı gezegenin ne de o gezegende yaşamı paylaştığı canlılar ile ilgili bir görüşü vardır. Genellikle klişe öğrenilmiş cümleler ile size yanıt verdiğine şahit olursunuz. Eğer hayvanlarla ilgili soru soracak olsanız; konuyu çiftliğindeki hayvanlara, hayvan haklarına ya da evinde beslediği kedi-köpeğe bağladığını dinlersiniz. Eğer bitkiler ile ilgili soru soracak olsanız; tarlasında, bahçesinde, balkonunda yetiştirdiği bitkileri dinlersiniz. Ya da sevgilisinin ona aldığı çiçekleri veya almasını umduğu fakat almadığı hediyelere bağladığına şahit olmak zorunda kalırsınız. Bazıları ise konuyu, evlilik yıl dönümünde tek başına sofrada nasıl eşini beklediğini; eşinin anımsamadığını ve üzüntüsünden içerek sarhoş olduğuna kadar götürür.

Siz, şey.. konumuz bitkilerdi.. diyecek olursunuz ama o kişi, size hayatının nasıl berbat olduğunu anlatmayı sürdürecektir. Zavallı sosyolog ve psikologların yaptıkları araştırma sonuçlarının nasıl da insanı hayrete düşürdüğüne şaşmamak gerekir. Bu araştırmaların bize anlattığı; egosunun tatmini ve kendi mutluluğundan ötesini düşünemeyen ortalama insanın; nasıl bir yaratığa dönüştüğünü kanıtlamaktan öte bir anlamı daha vardır. 

Yapılan araştırmalar ve olasılık hesaplarının , 7 milyar dünya nüfusunun; 2030 yılında 8 milyarı ve 2050 yılında 9 milyarı aşacağı öngörülüyor. Bugün dünya nüfusunun %49'u besin bulma zorluğu çekiyor.  Dünya üzerindeki tarımsal arazi toplam kara parçalarının %24'ü ve 2050 yılında %29 artacak olan toplam nüfusa karşın tarımsal arazi alanının %20'e azaldığına şahit olacağız. Bu demektir ki; azalan tarımsal arazi daha fazla insanı beslemek zorunda kalacaktır. Azalan temiz su kaynakları ve dünya atmosferinin sera etkisi altında ısınması ve ozon tabakasının ultraviyole ışınlarını süzememesinin, bitkilerin gelişim ve besin değerlerinin azalmasına neden olacağını da hesap edersek; insanın yaşam anlayışını, öğrenme seviyesini değiştirmek zorunda kalacağını kolayca görebiliriz. 

Bazı komik kişilerin, besin hapları alarak devam edebiliriz demesi beni en çok güldüren konuların başında geliyor. Temelde bilmedikleri; bitkilerin tüm tarihi etkileyip, şekillendirdiği gibi; bugün elimizdeki teknolojiyi, bitkilerin ürettikleri ile elde ettiğimiz olduğu kadar hayvanların ve bizlerin besin, ilaç kaynaklarımız olduğu ve soluduğumuz havanın, dinlediğimiz müziğe her bir hammadde ve ürünün bitkilerin üretimi olduğudur. Herkesin bildiği en basit ağrı kesici-ateş düşürücü asprin, söğüt ağacından üretilmiştir. Söğüt ağacının ürettiği bir üründür. Araçların tekerleri kauçuk ağacının ürünüdür. Petrol, doğal gaz, kömür, elmas ağaçların ürünüdür sonuçta. Biyokimyasallar, Bio yakıtlar bitkilerin ürünüdür. Giyisilerimiz bitkilerin ürünüdür. Sentetik olarak elde ettiklerimiz dolaylı ya da dolaysız bitkilerin ürünüdür. 

İnsanın yerleşik yaşama geçmesi ve evrimleşmesi tarım ile başlamıştır. Bunun başlangıcı doğal buğdaydır. Doğal buğdayı (wild wheat) besin olarak kullanmaya başlayan insan; tarımı; pamuk ve hayvanların derileri, yünleri ile giyisiyi öğrenmiştir. 

Sözü çok daha fazla uzatmadan özetleyip tamamlamak istiyorum.
Bitkilerin ve hayvanların varlığı; biz insanların var olabilmesinin ve gezegende yaşamın sürmesinin nedenidir. Vasıfsız ve kendinize acıyan insanlar olarak hayatlarınızı sürdürmek yerine silkelenip; öğrenmekle başlayın. Sonra öğrendiklerinizi yaşamınıza uygulayın. Gezegenin yaşamına adapte olun. Tüketici değil; ihtiyacından fazla tüketmeyen, fikirler-değerler üreten olun. Dünyayı anlayış ve inanışınıza göre şekillendiren değil; gezegene, hayata, ekosisteme uyum sağlamış; duyarlı insanlar olun. Bir bitki gibi, toprak gibi, hayvan gibi yaşayın..
  

Thursday 21 January 2016

Ekonomik - Siyasal Sistemler


Global Dünya başlıklı yazımda, global ekonominin, global siyasetten ayrışmaz özelliklere sahip olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Siyaset ve ekonomin bir bütünün parçaları olduğunu biliyoruz. Tarih boyunca insanoğlunun geliştirdiği siyasal-ekonomik sistemlerin detaylarını okuduktan sonra; farklı ülkelerdeki uygulamaları hakkında daha derin araştırma yapabilirsiniz. Özet olarak fikrimi kısaca ifade edip; araştırma ve tartışma aşamalarını sizlere bırakmak istiyorum. İnsanoğlunun tarihsel gelişimi ve bugünkü gelişmişlik düzeyi göz önüne alındığında; sistemin gidebileceği iki yön görünüyor. Ve her ikisi de Karma Sistem olarak karşımıza çıkıyor. Kapitalist/Liberal sistemin bugün geldiği noktanın bir yüzyıl daha sürdürülebilir olmadığının hesaplarını yaptığımızda; gidilebilecek iki olasılıktan bahsedebiliriz. Kapitalist/Faşist veya Kapitalist/Sosyalist karma sistemlerin önümüzdeki bir on yıl içinde şekil alacağını hep birlikte izliyor olacağız. Bu olasılıkların kırılma noktası; çalışma gücünü oluşturan kitlelerin gelir düzeyinin artması sonucu, sosyalist yapıya kaymayı arttırırken; kapitali elinde bulunduran sınıfın bunun olmaması için gerekli önlemleri alması sonucunda, Kapitalist/Sosyalist bir yapının oluşma olasılığıdır. Artı olarak bu sistemin; Kanada ve daha çok İsveç'te uygulanıyor olması; çalıştırılabilir olma olasılığını arttıran bir unsurdur. Ve fakat güç ve kapitali elinde bulunduran sınıfın; silahlı gücü devreye sokması sonucunda, Kapitalist/Faşist bir yaklaşımın global siyaset ve ekonomiye yön vermesi ihtimali ne yazık ki açık görünmektedir. 

Diğer bir konu ise, demokrasinin bugün var olduğu şekliyle çoğunluğun, azınlık üzerindeki baskı etkisidir. Global anlamda demokratik yapı, ilgili toplumda var olan farklı inanış ve yaşama biçimlerini, tek bir inanış ve yaşama biçimine zorlaması nedeniyle; dar bölgesel yönetimlerin oluşmasına neden olacaktır. Zamanla, benzer görüş ve yaşama biçimini benimsemiş aile ve bireylerin bölgesel olarak bir araya gelmesi ile, kendi görüşleri ve inanışları doğrultusunda, bir yönetim biçimi oluşturmaları olasıdır. Fakat korkarım ki, ilgili toplumun (ulusun) tüm farklılıklarını temsil eden bu demokratik yapı, bölgesel ekonomik farklıların doğmasına neden olacaktır. Bu farklılıkların yaratacağı direnç nedeniyle; iç gerilimler ve yeni göçler görülebileceği gibi bu yeni demokratik sistemin uzun yaşamasına engel teşkil edecektir. Başarılı olarak sürdürülebilir olmasının en önemli gerekliliği; ilgili ulusun gelir kaynaklarının birey başına doğru orantılı olarak yaygınlaştırılması ve yatırımların-hizmetlerin dar bölgeler dahil olmak üzere yine doğru orantılı olarak ulaştırılabilmesidir. Bu şartlar altında, temsil edilen ve kendi görüşleri-inanışları doğrultusunda yaşamayı tercih eden, dar bölgelerin varlıklarını devam ettirmeleri mümkün olacaktır. Örnek vermek gerekirse; köy boyutunda olma ihtimali olan dar bölgelerin, hem gelir dağılımı hem de merkezin ulaştıracağı hizmetler bakımından büyük bölgeler ile doğru orantılı olması gerekir. Bugün oldukça ütopik görünen bu yapının geleceğin yönetim anlayışı olması olasıdır. Günümüzdeki eğitim sistemlerinin, aynılık teşkil eden ortalama insanın yetişmesine ve yaşama imkanına olanak sağlayacak yapıda olması nedeniyle; bugünün demokrasi anlayışı henüz kendini geliştirecek ortamı bulamamıştır. Fakat global sistemin değişime uğramasının sonuçlarından biri de; ortalama "normal" insanın yetiştirilmesi paradoksunu kırılıma uğratması olacaktır.
Sistemler hakkında genel bilgiye erişebilmek için, aşağıdaki bilgileri aynı zamanda bu adresten okuyabilirsiniz. 

Ekonomik sistem, bir toplumda mal ve hizmetlerin üretimini, ticaretini, dağıtımını ve kaynakların üretime tahsis edilmesini düzenleyen, ayrıca üretimi kimlerin yapacağına karar veren uygulama ve ilkeler bütünüdür.
Ekonomik sistemleri salt ticari açıdan ele almak mümkün değildir. Aksine ekonomik sistemlerin en belirleyici özelliği politik ve ideolojik kökenli olmalıdır. Bu önermenin tersi de doğrudur, yani siyasi yaklaşımları şekillendiren temel unsur ekonomidir. Siyaset ve ekonomi iç içe geçmiştir ve birbirinden ayrışamazdır. Bu açıdan bakıldığında Dünya’daki siyasi yapıları ekonomi temelinde sınıflandırmak en uygun yöntem olarak görünmektedir. Günümüzde veya yakın tarihte uygulanan ya da etkileri devam eden ekonomik sistemlere dair bir sınıflandırma şu şekilde yapılabilir.

Sosyalizm / Toplumsalcılık

Sosyalizm, devletçi bir modeldir. Kelime anlamı (Sosio: Toplum, Halk) itibariyle bakıldığında üretici gücün insan, insan emeği ve dolayısıyla toplum olduğu düşüncesinden yola çıkılarak oluşturulmuş bir sistemdir. Devletçilik prensibi mutlak olarak geçerlidir. Devlet üretime hakim güç olarak ön plana çıkar. Bu modeli savunan iktisatçılar tarafından toplumun esas alındığı iddia edilse de, yetkiyi toplum adına devlet kullandığı için, etkin güç daima devlettir. Kişilerarası eşitlik vurgusu yapılır. Kamu yararı ve toplum ön plandadır. Kolektif (topluluk olarak, kitle halinde) hareket etme ve buna uygun bir biçimde örgütlenme ve çalışma planlanır.
Devletin, ticari amaçlı üretim araçlarına (fabrikalara, tarım arazilerine, hayvan çiftliklerine) ve temel tamamlayıcı kurumlarına (bankalar, kooperatifler) mutlak egemen ve sahip olmasıdır. Özel teşebbüs, üretim araçlarına sahip olamaz. Devlet toplum adına tüm piyasayı kontrolü altında tutar. Serbest Piyasa Ekonomisi geçerli değildir. Bunun yerine Merkezi Planlama esastır. Bir yıl içinde tüm ülkede ne üretilip ne kadar tüketileceği önce yerel ve bölgesel olarak hesaplanır, daha sonra tek merkezde (başkentte) eşgüdümlü olarak değerlendirilir ve düzeltmeler yapılır. Özetle temel prensipleri şunlardır:
  1. Üretici güç olarak Emek öne çıkar.
  2. Devletçi Ekonomi (Üretim araçlarında devlet mülkiyeti) esastır.
  3. Merkezi Planlama vardır.
  4. Kamu Yararının (Genel Hukukun / Kamu Hukukunun) ön plana çıkması çok belirgindir.
  5. Tek partili siyaset tercih edilir, çünkü burjuva siyasetinde olan siyasal yapının işçileri böldüğü görüşü savunulur.
Toplumların çeşitli sınıflardan oluştuğu gerçeği dikkate alınarak hangi sosyal sınıfın yönetime egemen olması gerektiği ve asıl üretici gücün hangi sınıf olduğu sorusundan hareket edilir. Bu yaklaşıma göre tarih, aslında sınıf mücadelelerinin toplamından ibarettir. İşçi Sınıfı (Proleteraya)’nın egemenliği esastır, halk her yerde (fabrika, okul, çiftlik vb.) kendini yöentmek üstüne yönetim şeklini belirler. İşçi sınıfına özel bir önem verilir, çünkü emeği ile üreten ve toplumu kalkındıran sınıftır. Bankacılık sistemi etkin değildir, çünkü ihtiyaç duyulmaz. Faiz büyük oranda ortadan kalkmıştır (Bu sömürüye karşı yönüyle islami söylemlere de uyar. Çünkü İslamiyet'te de faiz haramdır). Sosyalist sistemler değişik aşamalardan geçebilir.
  1. Önce üretim araçları devletleştirilir. Özel sektör üretimden dışlanır.
  2. Yabancı sermaye dahil, tüm özel sektör kamu kurumuna dönüştürülmüştür. Özel sektöre gerek yoktur.
  3. Daha sonra gayrimenkuller (evler, arsalar, araziler) devletleştirilir. Sömürüye yol açtığı için özel mülk sahibi olunamaz.
  4. Devlet evleri ve arazileri yurttaşlarına kullanmaları için verir. Karşılığında kira almaz.
  5. Temel hizmetler (elektrik, su, telefon, toplu taşıma, okul, sağlık) ücretsiz hale gelir, çünkü bunlar üzerinden kendini zenginleştirecek bir sınıfa izin verilmez.
  6. Zaten devletleştirilmiş olan bu hizmetlerin kamu yararına ücretsiz hale kullanılır.
Tek partili rejimlerdir. (Bu partinin adı çoğu zaman sınıfsız topluma gidecek komünist toplumu hedeflediğinden “Komünist Parti” dir. Ama değişik isimler de kullanılabilir, örneğin “Sosyalist Parti”, "İşçi Partisi" veya "Emek Partisi" gibi) Devlet ve parti örgütü ayrı ayrı iki koldan en küçük yerleşim birimlerine kadar indirilmiştir ve yönetime üretici güçler nezdinde katılımcılık vardır.
Olumsuz yönleri:
  • Çoğunlukla baskıcı ve antidemokratik uygulamalarda bulunmuşlardır.
  • Merkezi planlama verimli ve etkin olamamıştır.
  • Dine yönelik olumsuz yaklaşım ve uygulamalar tepki toplamıştır.
  • İçe kapalı ekonomiler sebebiyle hayat standartları gelişmemiştir.
  • Kapalı toplum anlayışı, gelişen Dünya’ya ayak uyduramamıştır.
  • Halkçılık iddialarına karşın, halkın istekleri dikkate alınmamıştır.
Sosyalist görüşlerin savunmaları:
Burjuva sistemlerinde parasal güç kadar "güçlü" birey vardır. Dolayısıyla sosyalist sistemler tarafından da burjuva sistemleri antidemokratik olarak mahkûm edilirler. Sosyalist toplumlarda din doğrudan karşıya alınmaktan ziyade, egemen sınıfın bir sömürü aracı haline getirildiği ölçüde karşıya alınmıştır. Burjuva sistemleri bunu "Komünist sistemler din olgusuna karşılar" şeklinde çarpıtıp, din ile sömürmeye devam etmeye çalışmışlardır. Oysa sosyalist toplumlardaki egemen görüş "Din olgusunun egemenlerin elinden alındıktan sonra tarihsel olarak incelenmesi" gerektiğidir.Emperyalist saldırganlık ve ekonomik ablukaların unutulduğu bir iddiadır. Sovyetler Birliği'nin bilimi kullanarak kendi imkanlarıyla uzaya çıkması ve birçok alanda bilimsel keşifler yapması, bu iddiaya cevap niteliğindedir.

Tarihçe

Doğu toplumlarını inceleyen ve bazılarında devlet mülkiyeti ve ortak çalışma kavramına rastlayan Karl Marx, bu uygulamaları teorik olarak geliştirmiş ve ilk defa Das Kapital (The Capital) adlı eserinde Sosyalizmin esaslarını ortaya koymuştur. Karl Marx’dan etkilenen pek çok düşünürün katkılarıyla Sosyalizm kavramı daha da çok rağbet görmüş ve 1917 yılında Vladimir Lenin önderliğinde Rusya’da bir devrim yapılarak Dünya tarihinde ilk kez bir Kapitalist rejim yıkılarak yerine Sosyalist bir sistem (Sovyetler Birliği) kurulmuştur. Kapitalizme tepki olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Orta Asya’da pek çok devlet Sovyetler Birliği’ne katılmıştır. Ayrıca daha sonra Çin’de gerçekleşen bir devrim ile de Çin Halk Cumhuriyeti sosyalizme geçmiştir. Doğu Avrupa ülkeleri de sosyalist rejimler kurarak Doğu Blokunu oluşturmuşlardır. Bazı Uzak Asya ülkeleri ve Arap ülkeleri de yine sosyalist ekonomiye yakın modele geçmişlerdir. Ancak "Soğuk Savaş" yıllarında yaşanan emperyalist saldırganlıklar ve iç olumsuzluklar sebebiyle 1980’li yılların sonunda başlayarak ilk önce Sovyetler Birliği dağılmış, ardından da Doğu Bloku çökmüştür. Fakat emperyalist saldırganlığa karşı "Bağımsız Devletler Topluluğu" ve "Şanghay İşbirliği Örgütü" gibi yapılar eski sovyet ülkelerinin beraber hareket ettiği uluslararası kuruluşlardır.

Uygulayan Ülkeler

  • Dağılanlar / Terkedenler: Sovyetler Birliği (Rusya, Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Özbekistan, Ukrayna, Tacikistan, Ermenistan, Kırgızistan, Litvanya, Estonya, Moldova), Doğu Bloku (Polonya, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Doğu Almanya, Bulgaristan), Arnavutluk, Yugoslavya, Güney Yemen, Afganistan, Kamboçya, Benin, Etiyopya, Kongo, Somali, Moğolistan, Libya
  • Sürdürenler: Çin (Karma Ekonomiye dönüşmektedir), Küba, Vietnam, Kuzey Kore

Komünizm / Ortaklaşacılık

Komünizm, genel bir anlayışa göre Sosyalizmin daha ileri düzeyidir. Sözcük anlamı ortak çalışma, ortak bilinç (Komün: Kamu, Ortakyaşam) vurgusunu öne çıkarır. Kimi yaklaşımlar aslında Sosyalizm ile aynı şey olduğunu savunur. Üretim araçları tüm toplumun ortak malıdır. Fakat yaygın bir kabule göre temel belirleyici özelliği; sınıfsız bir toplum oluşturulmak istenmesidir. Sosyalizmden en önemli farkı budur. Çünkü sosyalizmde işçi sınıfının egemenliği savunulur, yani sınıf kavramı belirleyicidir. Komünizmde insanlar eşittir. Komünizmi, sınıflar ve meslekler arası gelir, eğitim, statü, yaşam standardı farklarını elden geldiğince en aza indirmek olarak algılayan daha gerçekçi yaklaşımlar da mevcuttur.

Tarihçe

Eski Sovyetler Birliği, Stalin dönemindeki hızla gelişen ekonomik gelişmeleri takiben Kruşçev tarafından Komünizm'e geçtiğini ilan etmiştir. Fakat bu durum yalnızca bir propagandadan ibarettir (Dönemin destalinization propagandası). Çünkü Sovyetler Birliği’nde sınıflar kaldırılmasına rağmen tüm toplumu kapsayacak ekonomik üretim (fazla artı değer) henüz üretilememiştir.

Uygulayan Ülkeler

Bahsedilen kriterler dikkate alındığında sosyalizmdeki üretim fazlası sonrası yapıyı kapsar. Dolayısıyla üretimin çok yüksek seviyede olan devletler bu yapıya geçebilir. Emperyalizmin sosyalizmi yıkma çabasını da göz önüne aldığımızda günümüzde bu durum çok zor görülmektedir.

Kapitalizm / Anaparacılık

Kapitalizm bireyci bir modeldir. Sözcük köküne bakıldığında (Kapital: Sermaye, Anapara), üretici gücün para ve dolayısıyla sermaye birikimi olduğu savunulur. Yeterince paraya yani sermaye birikimine sahip olan herkes ticaret ve üretim yapabilir. Kamu hukuku ve kamu yararı kavramı da bulunmakla birlikte özel hukuk ve kişi hakları ön plandadır. Özel teşebbüsün üretim ve ticareti gerçekleştirdiği sistemlerdir. Sermaye gücü ve birikimi önemlidir. Sermaye az sayıda insanın elinde yoğunlaşır. Özel sektör esastır. Serbest Piyasa Ekonomisi geçerlidir. Piyasadaki üretim ile ürün ve hizmet fiyatları arz ve talep kanunları çerçevesinde serbestçe şekillenir. Yani ürün az bulunuyorsa ve ona yönelen talep de mevcutsa, fiyatı yüksek olur, ürün çoksa fiyatı düşer. Özetle yeterli sermayesi olanlar bir işletme kurup, üretim veya ticaret yapars, ürünü piyasaya sunar ve fiyat belirler. Fiyat uygunsa alınır, değilse fiyatı azaltır. Ya da aşırı talep varsa fiyatı yükseltir. Rekabet önemli bir unsurdur. Burjuva sınıfının, parasal gücü olanların piyasaları ve siyasi hayatı yönlendirmesi göz ardı edilemez bir gerçektir.
  1. Üretici güç Sermaye olarak görülür.
  2. Özel Sektör ve Üretim araçlarında özel mülkiyet esas alınır.
  3. Serbest Piyasa Ekonomisi geçerlidir.
  4. Kişi Yararı (Özel Hukukun) ön plana çıkması belirgindir.
  5. Çok Partili Siyasi Yaşam tercih edilir.
Üretim araçlarına özel sektörün sahip olması gerektiği öne sürülür. Devletin hemen her konuda üretim ve ticaretten uzak durması, yalnızca yasal düzenlemeleri yapması, toplumsal düzeni sağlaması ve başka bir şeye karışmaması savunulur. İdeal (salt) kapitalist sistemde eğitim, sağlık dahil her alandan devletin çekilmesinin en doğru uygulama olduğu iddia edilir. Böyle bir sistemde devlet yasama dışında yürütme görevi olarak sadece milli savunma/askerlik ve adalet/yargı işlevlerini üstlenir. Vergi toplamak ve para basmak dışında ekonomiye müdahale etmez. Fakat mutlak (ideal) anlamda böyle bir modelin de uygulanabilirliği şu an için mümkün değildir. Hemen her ülkede devlet az veya çok, bir biçimde pek çok alanda etkin ve etkili olmaktadır. Ve hatta ekonomi, ticaret ve üretime müdahale etmekte veya etmek zorunda kalmaktadır. Bu nedenle günümüzde “Müdahaleci/Denetimli Kapitalizm” yaklaşımı değişik düzeylerde pek çok ülke tarafından benimsenmiştir. Birey esas alınarak, kişisel özgürlükler üzerinde durulur. Fakat bu görüşe çelişik olarak bu sistemlerde fakir ve ezilen kitleler azımsanamayacak düzeydedir. Doğru işleyen ilkeli Kapitalist ülkelerde Fırsat Eşitliği’ne önem verilir. Ancak pek çok Kapitalist ülkede güce veya paraya sahip olmayanlar daima ezilir.

Tarihçe

Sanayi Devriminin gerçekleşmesi ve ticaret yapan Burjuva sınıfının ortaya çıkışıyla birlikte sermaye birikimi meydana gelmiş ve bu duruma uygun olarak ilk önce Merkantilizm (Ticaretçilik) adı verilen bir politik yaklaşım doğmuştur. Merkantilistler ihracatı savunup, ithalatı reddeden ve ülke içinde değerli maden biriktirilmesini ama dışarıya asla çıkartılmamasını savunan bir görüşe sahiptirler. Bu görüşün mutlak olarak işlemeyeceği daha sonraları anlaşılmıştır. Fakat sağladığı sermaye birikimi ve mantığı Kapitalizmin bugünkü biçiminin ilk örneklerinin netleşerek ortaya çıkmasını sağlamıştır. Daha sonraları Adam Smith, Ulusların Zenginliği adlı eserinde Kapitalizmin temel prensiplerini ortaya koymuştur. Vahşi Kapitalizm adı verilen bir biçimi, ülkelerin kendi halklarını acımasızca çalıştırmalarına sebep olmuş fakat Sosyalizm tehlikesi karşısında ödünler verilmeye, çalışma saatleri azaltılmaya, hafta sonu tatilleri verilmeye, iş güvenceleri gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Kendi ülkesinde durumu kontrol altına alan ülkeler, farklı ülkelere yönelerek Emperyalizmi yaygınlaştırmışlardır.

Uygulayan Ülkeler

Günümüzde Dünya’da çoğu ülkede “Müdahaleci Kapitalizm” uygulanmaktadır.
Olumsuz Yönleri:
  • Sermaye az sayıda kişide yoğunlaşır.
  • Gelir dağılımı adaletsizdir.
  • Parasal ve/veya statü gücü olmayanlar Fırsat Eşitliğinden yeterince yararlanamazlar.
  • Güçlü firmalarar zayıfları yokeder. Piyasada tekelleşme sonucu fiyatlar aşırı yükselebilir.
  • Az ya da çok daima işsizlik mevcuttur.
  • Enflasyon, yüksek faiz ve düşük ücretler nedeniyle insanların hayat standartları çok gerileyebilir.

Liberalizm / Özgürlükçülük

Liberalizm kavramı siyasal, ekonomik ve toplumsal özgürlükleri savunur. Geniş kapsamlı bir kavramdır. Özgürlükçülük, Serbestçilik (Liberium: Özgürlük, Serbesti) anlamlarına gelen bu kavram kimi zaman Kapitalizm ile eş anlamlı olarak kullanılır. Veya Kapitalizmi de içerdiği öne sürülür ve öyle anlaşılır. Bazen de Kapitalizmin bir sonucu olarak görülür. Liberalizmin uygulamadaki sonuçları; Serbest Piyasa Ekonomisi, Parlamenter Demokrasi, Çok Partili Rejimleri de beraberinde getirir. Ancak kapitalist / liberal yapılar bu özgürlük iddialarının aksine ciddi gelir dağılımı adaletsizliklerine sebebiyet vermişlerdir.

Tarihçe

Günümüzdeki geçerli özgürlük anlayışı Fransız İhtilali’ne kadar uzanır. İnsan Hakları prensiplerinin ortaya çıkışı ve Parlamenter rejimlerin yaygınlaşması ile Liberalizm daha da güçlenmiştir.

Uygulayan Ülkeler

Günümüzde pek çok ülkede Liberal yaklaşımlar benimsenmektedir. Ancak İngiltere Liberalizmin simgesi haline gelmiştir.

Karma Sistem / Karma Ekonomi

Karma Ekonomik Model, Sosyalist ve Kapitalist sistemlerin uyumlu bir bileşimi olarak düşünülebilir. Kısmen devletçi kısmen özel sektöre dayalı bir üretim mevcuttur. Hem Serbest Piyasa Ekonomisi geçerlidir hem de Merkezi Planlama yapılır. Kamu yararı ve kişilik hakları eşit öneme sahiptir. Özel sektörün girmek istemediği veya gücünün yetmediği alanlarda devlet yatırımları devreye girer. Devlet ekonomik hayatı yönlendirir ve müdahil olur. Devlet üretim araçlarına çeşitli oranlarda sahiptir fakat özel sektör de yasak değildir. Siyasi hayatta ise genellikle çok partili ve parlamenter rejimler benimsenir. Daha çok kalkınmakta olan veya kalkınma hamlesini yeni başlatan ülkelerde uygulanır ve işe yarar. Kısmen Merkantilist politikalar benimsenir. İhracat teşvik edilir. İthalattan mümkün mertebe kaçınılmaya çalışılır.

Tarihçe

Dünyada ilk defa yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde sistematik olarak uygulandığı ve başarılı olduğu için “Kemalist Ekonomik Model” olarak da adlandırılır. Türkiye zaman içinde Serbest Piyasa Ekonomisine doğru kaymış, günümüzde ise tamamen Kapitalist bir yapıya dönüşmüştür. Daha sonraları İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes tarafından, daha esnek ve kapitalist yanı biraz daha ağır basan bir devlet müdahaleciliğini savunulmuştur. Fakat Devlet müdahalesi (sürekli bile olsa), tek başına Karma Ekonomi anlamına gelmez. Çünkü her devlet az veya çok ekonomiye müdahale eder. Karma Ekonominin en önemli unsuru, üretim araçlarına devletin kısmen sahip olmasıdır. doğru işletildiğinde son derece verimli olabilen bir modeldir.

Uygulayan Ülkeler

  • Terkedenler: Türkiye, Mısır, Hindistan
  • Sürdürenler: Çin (Sosyalisttir fakat uygulamada ise Karma Modele dönüşmektedir), Venezuella, Tunus
Olumsuz Yönleri:
  • Devlet hantal ve aşırı bürokratik bir yapıya kavuşabilir.
  • Devlet sektöründe rekabet olmadığı için kalitesiz üretim yapılabilir.
  • Özel sektör teşvik edilmezse gelişmeyebilir.
  • Devlet sektörü gelişen teknolojiye ayak uyduramayabilir.
  • Özelleştirmeler yanlış yapılarak, bozuk bir kapitalistleşme sürecine girilebilir.
  • Planlamalar yanlış gerçekleştirildiğinde verimsiz üretimler ortaya çıkabilir.

Faşizm / Bağlaşımcılık

Faşizm, çoğu zaman yanlış bir tabirle “Irkçılık” olarak da adlandırılır. Gerçek kelime anlamı (Fache: Birlik, Bağ) lidere bağlılığı ve birlikte hareket etmeyi vurgular. Ancak gerçekten de ırkçı örgütlenmeler ve söylemler bu tip bir siyasal sistemin odak noktasında yer alır. Kafatasçılık düzeyinde uygulamalar mevcuttur. Tarihsel olarak siyasal anlayışı şekillendiren unsurun milletler veya halklar arasındaki farklar, karşıtlıklar çekişmeler ve savaşlar olduğu düşüncesi hareket noktasıdır. Fakat bu farklılıklar tarihsel bağlamından ve gerçeklikten koparılarak ırklara özgü doğal bir seçilim sürecinin belirleyicileri olarak değerlendirilir ve bazı ırkların diğerlerine üstünlüğü gibi bilimsellikle bağdaşmayan sonuçlara ulaşılır. Hemen bu noktada, ırkçılığın, milliyetçilikten (ulusalcılıktan) çok farklı bir kavram olduğunu belirtmekte yarar vardır. Özet olarak ifade etmek gerekirse;
  • Milliyetçilik / Ulusçuluk (Nasyonalizm): Kendi milli değerlerini ve kültürünü korumayı ve geliştirmeyi amaçlar. Etnik (kabileler şeklinde) veya dinsel (ümmet şeklinde) bir toplumsal birlikteliği reddeder. Bunun yerine millet (ulus) kavramını esas alan bir ülke yapılanması öngörülür.
  • Irkçılık (Rasizm): Kendi ırkının mutlak üstünlüğünü ileri sürer. Diğer ırkların yok edilmesi veya en azından ele geçirilip köleleştirilmesini savunur. Genetik, soydan geçen bir ayrıcalığa inanılır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde olduğu gibi resmi “Apartheid” (Ayrımcılık) politikaları bu mantıktan kaynaklanır.
Ancak ırkçılık kavramı, faşizmi açıklamada tek başına yeterli değildir. İlave olarak, her şeyden önce bir lider sultası vardır. Lidere tartışmasız itaat edilir. Çoğu zaman başta bir diktatör bulunur. Bu sistemin diğer temel karakteristikleri şöyle sıralanabilir:
  • Totalitarizm (Tümdencilik): Devletin mutlak üstünlüğü, devlete mutlak itaat.
  • Şovenizm (Aşırıcılık): Vatanseverliğin aşırı vurgulanması.
  • Militarizm (Orduculuk): Askeri örgütlenme ve savaş ekonomisi.
  • Kolektivizm (Kitlesellik): Halkın kitle olarak hareket etmesi / ettirilmesi.
  • Despotizm (Baskıcılık): Zorba yönetim anlayışı.
Her tür muhalif hareket hatta muhalefet şüphesi bile şiddetle bastırılıp yok edilir. Komşulardan başlayarak diğer ülkeler ele geçirilmeye çalışılır. Kendi ırkının üstünlüğü bir eğitim politikası ve siyasal propaganda aracı olarak benimsenir. Saldırganlık ve şiddet birer araçtır. Azınlıklar aşağılanır ve resmi olarak ikinci sınıf ilan edilirler. Aslında ayrımcı veya ırkçı yaklaşımların kökeninde ise yine ekonomik gerekçeler vardır. Bu azınlıkların veya işgal edilmesi planlanan diğer ülkelerin kaynaklarını ele geçirmek sistemin devamlılığı için zaruri olarak görülür.
Askeri araç ve teçhizat üretimi ile silah sanayisi ekonominin itici gücüdür. Devlet her alana olduğu gibi ekonomiye de müdahildir. Vergi oranları istenildiği gibi keyfi olarak artırılabilir. Fabrikalar devletleştirilebilir. Hatta olağanüstü koşullar nedeniyle özel sektörün ürünlerine el koyulabilir.

Tarihçe

İlk defa İtalya’da Benito Mussolini tarafından oluşturulmuş ve biçimlendirilmiştir. Daha sonra Almanya’da Adolf Hitler, İspanya’da Francisco Franco, Portekiz’de Oliveira Salazar tarafından benimsenmiştir. Bu ülkelerin bazıları 2.Dünya savaşının çıkmasına sebebiyet vererek daha sonra yenildikleri için fazla yaygınlaşma olanağı bulamamıştır. Fakat faşist rejimlerdeki baskıcı uygulamalar pek çok diktatörlük tarafından da tercih edilerek etkileri sürmüş ve sürmektedir.

Uygulayan Ülkeler

  • Terkedenler: İtalya, İspanya, Almanya, Portekiz, Şili, Yunanistan
  • Sürdürenler: İsrail (Kısmen, tartışmalıdır.)
Olumsuz Yönleri:
  • Aşırı baskıcılıkla ve sınır tanımaz şiddet siyasi bir araç olarak kullanılır.
  • İşkenceler ve yargısız infazlarla bir korku toplumu meydana gelir.
  • Halkın isteklerinin hiçbir önemi yoktur.
  • İnsan hakları asla dikkate alınmaz ve önemsenmez.
  • Savaş ekonomisi sebebiyle, barış dönemleri ekonomik krizlerle sonlanır.
  • Küresel boyutlarda savaşlara sebebiyet verilebilir.

Emperyalizm / Yayılmacılık

Emperyalizm yayılmacı, sömürgeci ekonomiler meydana gelmiştir. Kapitalizmin bir ileri aşamasıdır.[1] Kapitalist sistemin kendi ülkesi dışına çıkarak başka ülkelere yayılması, diğer ülkelerin hammadde, işgücü, enerji, yer altı ve yerüstü kaynaklarını sömürmesidir. Kelime anlamı da bu yöndedir (İmperia: Yayılma, Genişleme). Faşit sistemler de zaten Emperyalizm’e yatkındırlar ve yaygın olarak uygularlar. Emperyalist ülkeler kendisine göre az gelişmiş olan ülkelerin pazarları ve piyasalarını ele geçirirler. Bu ülkelerin siyasi, ekonomik, toplumsal denetimine egemen olunur. Kendine bağımlı hale getirilir. Böylece görünüşte özgür olan ülkeler bile bağımsızlığını yitirebilirler. Bu açılardan bakıldığında (her ne kadar aksini iddia etseler de) Sosyalist rejimlerin de Emperyalist olabileceği kabul edilmelidir.
Bir yönü ile Sömürgecilik (Kolonyalizm) olarak da değerlendirilebilir. Ancak Sömürgecilikten daha geniş bir kavramdır. Sömürgecilik olarak ele alındığında geçmişi çok eski tarihlere kadar uzanabilir. Örneğin Sömürge İmparatorlukları veya köleci üretim biçimleri. Günümüzde ise birkaç alt tür halinde sınıflandırılabilir.
  1. Askeri Emperyalizm: Diğer bir ülkenin veya ülkelerin askeri olarak işgal edilmesini ifade eder.
  2. Siyasi Emperyalizm: Başka ülkelerin denetimini siyasi olarak elde tutmaktır.
  3. Ekonomik Emperyalizm: Farklı ülkelerin, bölgelerin hatta tüm Dünya’nın ekonomisine hakimiyettir.
  4. Kültürel Emperyalizm: Egemen kültürlerin küçük kültürleri yok etmesidir. Çeşitlilik ortadan kalkar.

Tarihçe

Coğrafi keşiflere hatta daha öncesine kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Bu bağlamda modern kapitalizmden bile önce ortaya çıktığı öne sürülebilir. Ancak Kapitalist ülkelerin sıklıkla Emperyalizmi bir araç olarak kullandığı görülmektedir.

Uygulayan Ülkeler

  • Doğrudan (Askeri): ABD, İngiltere,
  • Dolaylı (Ekonomik, Siyasi, Kültürel): Fransa, İtalya, Hollanda (en başta gelenler)...
Olumsuz Yönleri:
  • Küresel düzeyde gelir adaletsizlikleri ortaya çıkar.
  • Aslında gelişebileceği halde, az gelişmişliğe mahkûm ülkeler meydana gelir.
  • Küresel savaşlar ortaya çıkar.
  • Hacim olarak büyük kültürler, aslında belki de daha değerli küçük kültürleri yok eder.
  • Tek tip yaşayış ve anlayış oluşur. Çeşitlilik kaybolur.
  • Doğal kaynaklar yokedilir, yeryüzünün dengesi bozulur.

Anarşizm

Anarşizm (ErksizlikAn: “Olumsuzluk Eki” – Arch: “Erk, İktidar”) her tür otoriteyi, yönetim anlayışını ve devleti reddeden görüştür. Herkesin eşit olduğunu, insanın devlet kurumuna ihtiyacı olmadığını savunur. Uygulanabilirliği mümkün gözükmemektedir. Savunucuları tarafından, Devletsiz toplumların karmaşaya sürükleneceği gerçeği göz ardı edilmiştir. Devleti ortadan kaldırmayı amaçlayan bu görüşler kimi zaman bunu başarabilmek için şiddete başvurmuşlardır ve anarşi kelimesi terör ile özdeş hale gelmiştir. İlk önce felsefi bir görüş olarak ortaya çıkmıştır. Devleti ortadan kaldırmak için Anarşist Komünizm gibi şiddete dayalı uygulamalar görülmüştür.

Kaynakça

  • Willi Albers, Handwörterbuch der Wirtschaftswissenschaft, Band 9, Stichwort "Wirtschaftssysteme", Gustav Fischer, Stuttgart, 1982, ISBN 3-525-10260-7, Seite 327
  • Werner Lachmann, Volkswirtschaftslehre 1: Grundlagen, Ausgabe 5, Springer Verlag, 2006, ISBN 3-540-30086-4, Seite 22
  • Bodo B. Gemper, Wirtschaftspolitik: Ordnungspolitische Grundlagen, Birkhäuser Verlag, 1993, ISBN 3-7908-0744-3, Seite 5-6
  • Gabler Verlag (Herausgeber), Gabler Wirtschaftslexikon, Stichwort: Wirtschaftssystem, online im Internet: Wirtschaftssystem
  • Richard Bonney (1995), Economic Systems and State Finance, 680 pp.
  • David W. Conklin (1991), Comparative Economic Systems, Cambridge University Press, 427 pp.
  • George Sylvester Counts (1970), Bolshevism, Fascism, and Capitalism: An Account of the Three Economic Systems.
  • Robert L. Heilbroner and Peter J. Boettke (2007). "Economic Systems". The New Encyclopædia Britannica, v. 17, pp. 908–15.
  • Harold Glenn Moulton, Financial Organization and the Economic System, 515 pp.
  • Jacques Jacobus Polak (2003), An International Economic System, 179 pp.
  • Frederic L. Pryor (1996), Economic Evolution and Structure: 384 pp.
  • Frederic L. Pryor (2005), Economic Systems of Foraging, Agricultural, and Industrial Societies, 332 pp.
  • Graeme Snooks (1999), Global Transition: A General Theory, PalgraveMacmillan, 395 pp.
  • Avrich, Paul. Anarchist Voices: An Oral History of Anarchism in America, Princeton University Press 1996 ISBN 0-691-04494-5, p. 6
  • Larmore, Charles (1990), “Political Liberalism”, Political Theory, Vol. 18 No. 3 (August), ss. 339-360.
  • Yayla, Atillâ, Liberalizm (Ankara: Liberte, 2. b., 1998).
  • Göze, Ayferi: (1987) Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayınları, İstanbul.