Saturday 31 December 2016

Kar taneleri





Hayata, aşka, insan davranışlarına hep bir fizikçi kafasının metodolojisi ile baktım. Tüm evreni ve gezegendeki yaşamı böyle tanımladım. İnsan bazen öyle verilerle karşılaşıyor ki deyim yerindeyse aklı duruyor.

Karlı bir günde bulunduğunuz noktadan milyarlarca veya tam sayıya yakın bir tahminle trilyon kere trilyon gibi devasa miktarda kar tanesinin gökyüzünden yağdığına şahit olursunuz. Elbette bunda şaşıracak bir şey yoktur. Su buharı, soğuk atmosfer katmanında kristalleşir ve yeryüzüne iner. Atmosferde bulunan toz, polen gibi molekül parçacıkların üzerinde kristalleşir. Halen garipsenecek bir durum yoktur. Fakat işte vurucu bilgi geliyor! Yapılan çeşitli araştırma sonuçlarına göre, yeryüzüne inen her bir.. evet her bir kar tanesinin farklı bir şekle sahip olduğu sonucuna ulaşılmış. Bu veriyi okuduğumda, ender olarak hissettiğim akıl tutulması veya aklımın durma noktasına ulaştım. Trilyon kere trilyon taneciğin her birinin farklı bir şekle sahip olması, muhteşem olduğu kadar, hayran olunması gerektiği kadar; gerçekten araştırılması ve öğrenilmesi gereken bir konudur.

İlk okuduğumda şu soruları sormuştum. Buraya da not etmiş olayım. "Bu çeşitliliği hangi akıl dizayn edebilir?  Hangi makine üretebilir? Gezegenimizi mutlaka anlamalı ve korumalıyız! ve daha fazlasını da!"

Bilmek ile inanmak arasındaki en temel fark ta bu noktadır. İnandığınız şeyler ön yargı veya mitoloji olabilir ancak bildiğiniz şeyler kanıtlara ve araştırmalara dayalıdır. Gerisi size kalmıştır. Doğru veriler korele edilerek çok daha heyecan verici sonuçlara ulaşılabilir. Kuantum evreni de böyledir. İlk gözlemlediğiniz Heisenberg belirsizliğidir fakat verileri birleştirdiğinizde bir paterne (model, desen) ulaşırsınız.











Referanslar:

Basic Snowflake Forms (Nasa)
https://www.nasa.gov/pdf/183517main_snowcrystals.pdf

Snowflake Shape and Size Identification Procedures (Nasa)
https://www.nasa.gov/pdf/182188main_Basic_Snowflake_wSize2-1.pdf

How do snowflakes form? Get the science behind snow (Noaa)
http://www.noaa.gov/stories/how-do-snowflakes-form-science-behind-snow

Snowflake macro photography
http://chaoticmind75.blogspot.com.tr/2013/08/my-technique-for-snowflakes-shooting.html

Snowflake
https://en.wikipedia.org/wiki/Snowflake

Is it really true that no two snowflakes are alike? (caltech.edu)
https://www.its.caltech.edu/~atomic/snowcrystals/alike/alike.htm

"No Two Snowflakes the Same" Likely True, Research Reveals (National Geographic)
http://news.nationalgeographic.com/news/2007/02/070213-snowflake_2.html

snowcrystals.com
http://www.snowcrystals.com/

Thursday 22 December 2016

Söyleşiler




Zero Degrees of Empathy - Professor Simon Baron Cohen
https://www.youtube.com/watch?v=Aq_nCTGSfWE

The erosion of empathy | Simon Baron Cohen |
https://www.youtube.com/watch?v=nXcU8x_xK18&t=45s

I am
A documentary film on corporate psychopathy by Misha Votruba and narrated by Peter Coyote
http://www.fisheadmovie.com/watch1
http://www.fisheadmovie.com/watch2

§
Yaşanılan travmalara dair hafızamız nasıl çalışır? Örneğin ihanete uğrayan kişi, ilişkisini sürdürebilir mi?

Eğer biri size ihanet etmişse, ne kadar değiştiğinin veya ne kadar pişman olduğunun bir önemi yoktur. Çünkü öznelde konu sizin duygu ve algı durumunuzdur. Karşınızdaki kişinin değişimi, pişmanlığı sizin ona tekrar güvenerek, ilk başta yüreğinizi açtığınız gibi açmanızı sağlamayacaktır.

§
Pişmanlık duyması durumunda ilişki sürdürülemez mi? Tekrar denenebilir mi?

Hayır. Aynı bireyle ilişkiniz hiçbir seviyede sağlıklı olamaz. Hippocampus bizim hafıza merkezimizdir. Renk, koku, manzara, bir kelime vs tekrar aynı verilerin ve dolayısıyla aynı duygu durumun, güvensizliğin tetiklenmesine neden olur. Önceki veriler silinmez. Katman olarak üzerine yeni veriler kayıt edilir.

Şöyle izah edeyim. İnsan hafızası dinamiktir. Limbic sistem içerisinde çeşitli nokta ve katmanlara kayıt yapılır. Tetikleyici etkenler verinin aktif hafızaya çağrılmasını sağlar. Amigdala, durum değerlendirmesi yaparak motor sisteminizi etkiler. Endişe, korku, tehlike vs. Daha önce deneyimlediğiniz olumsuz durum ve duygulardan beyin ve beden kendini korumak ister. Öte yandan bir dinamik daha vardır. İnsan, değişime direnç gösterir. Ne kadar pişmanlık duysa da, sebebi sizden ayrıldıktan sonra büyük olasılıkla tatmin edici bir düzen oluşturamamasına bağlıdır ve sizde tatmin eşiğini aştığı andan itibaren daha önce ne yapıyor, nasıl yaşamaya alışmışsa aynı şekilde yaşamaya devam etmek ister. Bu da ihanetin bir süre sonra tekrarlanacağını anlatır. Sonuç olarak sistemin çalışması dinamik ancak yalındır. Çok ender birey gelişimini tamamlayıcı değişim gösterir ki bu da bireyin etik anlayışı, gelişmeye istekliliği, akıl-zeka kapasitesi gibi birçok nedene bağlıdır. Yanlış anlaşılmasın; insan genelde değişime kapalıdır anlamı çıkmasın. Örneğin suyun 1 atmosfer basınçta kaynaması için 5-6 dakikalık bir zamana ihtiyaç vardır. İnsanın, değişime direnç göstermesine karşın değişmesi için ortalama 70-75 yıla ihtiyacı vardır. Halk diliyle ancak kafasına dank eder diyelim. Yukarıda ender olarak tarif ettiğim gelişime açık birey, tüm hayatı boyunca bu süreci sürdürür.

§
Diğer bir soru ise, 80'li yaşlarında halen inatçı olan ve değişime direnç gösteren insanlara yönelik. Evet doğrudur. Böyle insanlar da mevcuttur. Bronnie Ware'in yaptığı çalışma benzeri çalışmalar daha önce de yapılmıştır. Günümüzde daha gelişmiş teknikler ile beyin taramaları ve davranış modelleri üzerine çalışmalar sürmektedir. Davranış modellerinin ortaya koyduğu bilimsel gerçekler, nöron aktivitelerimizin sağlıklı davranışlar ile sonuçlanabilmesinin, sinaps ağının sağlıklı çalışmasına bağlı olduğudur. Dolayısıyla örneğin frontal loba erişimi zayıf olan bireylerin algılama ve empati kurma yeteneklerinin de zayıf olduğunu gösterir. Böyle bir bireyin uysal, akılcı,  empatik veya kibar olmasını bekleyemeyiz. Tersine, aksi, kaba, kolay sinirlenen, inatçı ve daha bencil davranışlar göstermesini bekleyebiliriz. Sonuç olarak sağlıklı beyin gelişimine sahip olmayan veya bir travma sonrası hasar almış bireylerin kişisel gelişim göstermesini beklemek akılcı olmayacaktır. Fakat yine de ölüme yakın olduklarında ki bunu bilmeseler de davranışlarının değiştiği ve pişmanlıklar yaşadıkları gözlemlenmiştir.




§
Affetmek mümkün değil midir?
Affetmeyi nereye koyacağız o zaman?

Affetme, gelişme seviyesini yükseltmiş sağlıklı bireylerin olgun sosyal davranışıdır. Ancak, ihanet konusuna geri dönecek olursak; affetmek, ilişkinin sağlıklı bir temelde kurulmasını sağlamayacaktır. Aksine, ihanete uğrayan birey ilk başta izah ettiğim gibi yeni bir travmaya kapı aralayacaktır. Kendini riske atacaktır. Affetme sonucu iletişim ve ilişkinin yeniden sağlıklı bir temele oturtulabilmesi için her iki bireyin de insani gelişimini tamamlamış veya en azından yakın olgunlukta olması gerekir. Çocuğunuzun sizi üzmesi sonrası onu affetmeniz gibi algılanması doğru değildir.

§
İnsan hata yapmaz mı?

Hata, ya bilinçsizce ya da yeterli bilginin olmadığı bir konuda yapılır. Birey tekrar düşündüğünde, hatasını algıladığında bundan utanç duyar ve düzeltme yolu arar. Hatayı yapan bireyin duygu durumu buradaki kilit noktadır. Utanç ve pişmanlık içinde özür dilemek ve çözüm yolları aramak ile mecburen özür dilemek zorunda kalmak arasında fark vardır.

Eğer hata bilinçli olarak yapılmışsa ve tekrar eden bir eylemse özür dilenmesinin ardında bir çıkar aranabilir ki büyük ihtimalle öyledir. Bu noktada bir pişmanlıktan söz edilemez; daha çok pişmanlık rolü sergilenmesi ile gizli bir amaca ulaşılmak istendiği düşünülebilir. Yırtıcı bireylerin pişmanlık duymaları teknik olarak mümkün değildir.


Prof. Dr. Robert Hare -  Vicdansızlar
"Psikopatlar, insanları büyüleyen, onları kendi istedikleri şekilde yöneten, yaşamda acımasızca kendilerine bir yol açan ve bunu yaparken de, arkalarında kırık kalpler, yıkılmış beklentiler ve boşalmış cüzdanlardan oluşan geniş bir iz bırakan toplumsal yırtıcılardır. Vicdandan tamamen yoksun olan ve başkalarına karşı hiçbir şey hissetmeyen psikopatlar, bencilce istediklerini alır, canlarının istediğini yapar, bu arada en ufak bir suçluluk ya da pişmanlık duymaksızın toplumsal kuralları çiğner ve beklentileri umursamazlar. Dehşete düşen kurban umutsuzluk içinde sorar "Bu insanlar kimler?" "Neden böyleler?" "Kendimizi onlardan nasıl koruyabiliriz?" Bu ve benzeri sorular, yüzyılı aşkın bir süredir klinik tasarımların ve deneysel araştırmaların -ve çeyrek yüzyıldır da kendi çalışmalarımın- odak noktası olmasına karşın, psikopatın ölümcül gizemi özellikle son birkaç on yıldır açığa çıkmaya başlamıştır."

Daha fazla teknik bilgi için "bir psikopatı tanımak" başlıklı makaleye göz atabilirsiniz.


§
Boşvermek ile affetmek aynı mıdır?

Hayır değildir. Affetme, karşınızdaki bireyin benzer hataları veya kırıcı davranışları tekrar etmeyeceğine olan inançla onu kabullenmektir. Yeni bir şans vermektir. Oysa boş verme, karşınızdaki bireyin olumlu yönde bir değişim ve gelişim göstermeyeceğine olan inançla aklınızda taşımaktan vazgeçme, ondan uzaklaşma halidir. Bazen bu durum bir ön yargıdır bazense akılcı kanıtlara dayanır. Sağlıklı olanı, ön yargıdan uzak kalmaya çalışmaktır.

§
Sevgimizi içimizde yaşatmak mıdır doğru olan?

Hayır dostum. Sevgi duygusu, içte yaşanacak bir duygu durum değildir. Açığa vurulmadıkça ve davranışlarınıza yansımadıkça sevgi duygusunu içinizde yaşatmanın bir anlamı yoktur. Tıpkı, ben gönlü bol,  zengin biriyim deyip pintilik yapmak gibidir. Söz ve eylem uyumlu olduğunda değerli ve anlamlıdır. Eylem ve davranışa yansıtılmadığı sürece, birisi için sevgi duygusunu içinizde yaşattığınızı iddia etmek anlamsızdır. Teknik açıdan bakıldığında ise; eğer süreklilik gösteren bir durum ise; bu ifade gerçek dışıdır ve bu tip söylemlerin kişisel bir takım çıkarlar için kullanıldığı düşünülebilir.

§

O bana çok değer veriyor ama bunu gösteremiyor?

Bakınız, böyle bir şey olmaz. İnsan, aslında çok karmaşık bir organizma değildir. Verilen değer, davranışlara ve sözlere yansır. Bu kadar basittir. Hiç kimse verdiği değeri filtre ederek hareket edemez. Bu hem çok yorucu olurdu hem de sürekliliği mümkün olmazdı. İnanmayın!
Bireylerin, keyifleri yerinde olduklarında veya var olan durum ya da çıkarı yitirmemek için inandırıcı bir role bürünerek, karşılarındaki bireye değer verdiklerini ifade etmeleri sıkça rastlanan bir durum olmakla birlikte temele inildiğinde politik bir davranış modeli olduğu tespit edilir. Gerçekte ise, diğer bireyi kullanma amacı gütmektedirler. Diğer zamanlarda sıklıkla kötü ve kırıcı davranışlar sergiliyorlarsa; açıklanan yaklaşımı temel almak gerekir. Aksi durumlar olabilir. Genelde iyi ve olumlu davranışlar sergileyen bir birey; üzerindeki stres nedeniyle ender olarak olumsuz davranışlar sergiliyorsa; bu durumu süreklilik arz eden bir davranış bozukluğu olarak değerlendirmek yerinde olmayacaktır.

§
Sizce platonik aşk yok mudur?

Doğrudur. Tanımlamadan da anlaşılacağı gibi platonik, gerçekte var olmayan, hayali demektir. O halde platonik sevme diye bir duygu durum yoktur. Gerçek dışıdır. Ancak hayali tutkular olabilir. Tutku, tabiatı itibariyle gerçek dışılığa bağlanmayı ifade etmesi nedeniyle takıntılara yani obsesif kompülsif bozukluklara benzetilebilir.

§

Ayrılmış olmama rağmen, hayatıma girmesine izin verdiğim kadına 1,5 yıldır her gün küfrediyorum. Bana yaptıklarını hazmedemiyorum.

Duygu durumunuzu anlıyorum. Bireylerin yaşamlarına aldıkları psikopat veya narsistlerin yıkıcı etkileri derin izler bırakır. Ancak çözümsüz değildir. Psikiyatri desteği almanızı öneririm. Psikopatların veya narsistlerin yalnızca erkekler olarak sınırlandırılması yanlış bir ön yargıdır. Aksine kadın bireyler arasında kişilik bozuklukların, erkeklere oranla daha fazla rastlandığı istatistiksel bir gerçektir. Psikopati veya Narsist kişilik bozuklukların tespiti ancak konu hakkında özel eğitim almış uzman psikiyatrlar tarafından yapılabilir. Bununla birlikte, sizin karşılaştığınız durum özetle şudur: Aslında var olmayan bir kişiliğe, bir kişilik değeri yükleyerek ve anlamlandırarak aşık olmuşsunuz. Diğer bir deyişle hayali bir kişiliğe ancak yırtıcı bir kişiye bağlanmışsınız. Bunun sonucunda, hem hayal kırıklığına uğramanız hem de maddi-manevi zararlar görmüş olmanız, sizin üzerinizde travmatik sonuçlar bırakmış olabilir. Kendinize kızabilir veya diğer bireye sürekli küfrediyor olabilirsiniz. Ancak başta ifade ettiğim gibi, tekrar sağlığınıza kavuşmanız için uzman psikiyatr'dan psikolojik tedavi almanızı öneririm.

§
Bu insanlar neden böyleler?

Prof Dr. Robert Hare psikopatlar üzerine on yıllarını vermiş dünya üzerindeki en uzman kişidir. Bu konuda kendisinden çok bilgi ediniyoruz; fakat Türkçe yayımlanmış tek bir kitabı olduğu için İngilizce kaynaklara başvurmak gerekiyor. 

Öncelikle sistemin açıklarını ve insanların iyiliğini kendi çıkarları için kullandıklarını söyleyebiliriz. Patolojik yalancılar olmaları ve yalan söyleme konusunda ciddi bir uzmanlığa doğal olarak sahip olmalarını sayabiliriz. Aşk, sevgi, iyilik, empati gibi hiç bir olumlu duyguyu hissedememelerini ekleyebiliriz. Çoğunlukla insanların davranışlarını ve mimiklerini izlerler. Ezberledikleri bu insani gibi görünen mimik ve davranışları, ses tonları, konuları taklit ederler. Taklit becerileri de, yalan konusundaki becerileri gibi doğuştan gelen doğal yeteneklerindendir. Duygu hissedememe veya duyguları anlayamama hali, doğal yetenekleri ile birleştiğinde tam bir yırtıcıya-yok ediciye dönüşüyorlar. Avlarında aradıkları özellikleri iki maddeye ayrılıyor. Onların hissedemedikleri duyguları hissedenleri çökertmeye yönelik davranışları ve anlık - günlük ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bireyleri seçmeleri şeklinde beliriyor. Bu ihtiyaçlar gıda-giyisiden, eğlence ve sekse kadar ve oradan güçlü hissetme haline kadar uzanıyor. Fakat kısa vadeli düşünüp, plan yapabildikleri için orta - uzun vadeli konuları anlamalarına olanakları yoktur. Bu ve benzeri detayları oldukça çeşitli olarak Robert Hare'in çalışmalarında mevcuttur.

Ayrıca, neden böyle olduklarını açıklayan nörolojik çalışmalar da yapılmıştır. Kısaca özetlersek; yeterli beyin gelişimine sahip olmamaları ve sinaps network'ünün gelişimine engel olan embriyo dönemidir diyebiliriz.

Son Söz

Thomas Sheridan'nın ifadesiyle tamamlayalım. Psikopatların çağı artık geçmiştir. Toplum bilinçlendirildikçe psikopatlar, rol davranışları, sürekli değiştirdikleri isimleriyle artık saklanamayacaklar. Topluma, insanlara daha fazla zarar veremeyeceklerdir.



Bazı Referenslar

Mapping the structural organization of the brain in conduct disorderhttp://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/jcpp.12581/epdf

Surface-based morphometry reveals the neuroanatomical basis of the five-factor model of personality(Oxford Academic)
https://academic.oup.com/scan/article/doi/10.1093/scan/nsw175/2952683/Surface-based-morphometry-reveals-the
Personality traits linked to differences in brain structurehttps://t.co/KK1Y44O3IF

The Psychopathic Corporation -- A Clinical Diagnosis (PCLR), by Dr. Robert Hare
https://www.youtube.com/watch?v=lmUXp_zE14E

The power of empathy: Helen Riess

The most important lesson from 83,000 brain scans | Daniel Amen |
https://www.youtube.com/watch?v=esPRsT-lmw8

What Is Psychopathy? A Leading Expert Explains..
https://www.youtube.com/watch?v=59wkcomLeSk

Inside Cornell: Analyzing the words of psychopaths
https://www.youtube.com/watch?v=6vF5PtdiiCo&t=246s

Thomas Sheridan - Consciousness Parasites and Psychopathic Society
https://www.youtube.com/watch?v=_I87hC8dcVU

Why do some people become psychopaths? (30 Jan 2014)
https://www.youtube.com/watch?v=4yB_syUDbjs

Welcome to "Without Conscience"
Robert Hare's Web Site devoted to the study of Psychopathy
http://www.hare.org/



Sunday 18 December 2016

Fizik Sohbetleri VII - Işık

Bugün ışık ile ilgili sohbetimizde hem fizik açısından hem de felsefi açıdan konuyu tartışmak istiyorum.

Biz insanların ışık olarak tarif ettiği şey, elektromanyetik tayfın (spektrum) EMS küçük bir bölgesidir. Gözlerimizdeki fotoreseptörlerin koni (cone cell) ve çubuk (rod cell) hücreler sayesinde algılanabilen 400nm (nanometre) ile 700nm aralığındaki kısmıdır. Bitkiler, hayvanlar ve böcekler vs tarafından farklı bölgeler de algılanabilmektedir. Örnek vermek gerekirse; güneş batarken 750 - 800nm ye kadar kızıl ışınlarını bitkiler görüp, algılayabilirken; bizler göremeyiz.


Renklerin oluşma ve algılanma nedenleri ise Kuantum fiziğin moleküler yapılar ve kuantum kromodinamiği alanlarında açıklanmıştır. Yukarıdaki şekilde gösterildiği gibi yaprağı yeşil olarak görmemizin nedeni, yaprağın moleküler yapısının yeşil ışığı tutmasına veya absorbe etmesine bağlıdır. Yaprağın moleküler dizilimi değiştiğinde tutabildiği ışık tayfı da değişiklik gösterir ki sonbaharda yaprakların sararması, kızıla boyanmasının nedeni budur. Başka bir deyişle, cismin moleküler yapısı hangi ışık tayfını absorbe edeceğini belirler. Örneğin havuç, muz, elma, metaller, taşlar vs.

Öte yandan başta ifade etmeye çalıştığım gibi ışın tayfı (elektromanyetik spektrum) bugünün teknolojisi ile tespit edebildiğimiz kadarıyla gama ışınlarından, uzun dalga boylarına kadar uzanır. 

Konuya biraz da felsefi açıdan bakacak olursak; şu soruyu soralım "gördüğümüz rengin ve nesnenin ne olduğunu veya gerçekte ne olduğunu nereden biliyoruz?"

Örneğin sonbaharda Bolu yedi göller milli parkında olduğunuzu düşünün.  İnanılmaz bir renk çeşitliliğin görsel hazzını yaşarsınız. Gece olduğunda etrafta hiç bir ışık demeti kalmadığında ve eğer o gece ayda yoksa; görebildiğiniz yalnızca zifiri bir karanlıktır. Görme fonksiyonu veya ışık tayfı veya daha teknik bakacak olursak görme hücrelerinizin sınırına dayanmışsınızdır. O halde şu yanıtı üretmek sanırım doğru olurdu. Hayatı, renkleri ve nesneleri tanımlayabilme yeteneklerimiz gözümüz, görme hücrelerimiz ile nöronlar sayesinde beynimizin arka bölümünde yer alan görme korteksidir (visual cortex). Şimdi ikinci soruyu soralım. "eğer durum böyleyse, gördüğünüz şeylerin ne olduğunu nereden biliyorsunuz?" Bu sorunun yanıtı ise; çocukluğumuzdan itibaren bizlere öğretilen ve hafızalarımızda tuttuğumuz bilgilerdir. Gördüklerimizi, o bilgilerle karşılaştırarak tanımlarız. 

Ve işte son soru. "o halde, acaba bu bilgilerin ilk atalarımızdan bizlere miras kaldığını söyleyebilir miyiz? Ve eğer durum böyle ise; acaba onlar ne kadar sağlıklı görebilmiş ve tanımlamış olabilirler?"

Şöyle yardımcı olayım. Acaba ilk atalarımızın talamusulu bugün bizimkiyle aynı seviyede mi çalışıyordu? Ya da uzun dalga boyuna duyarlı olsaydık gördüklerimiz Dali'nin tablolarındaki nesneler gibi mi olurdu? O halde gerçeklik dediğimiz şeyi nasıl tanımlardık? 


Bu soruyu yanıtladıktan sonra sanırım daha fazla soru soracaksınız...

Keyifli pazarlar.

Friday 16 December 2016

Bir insanın hayatı ne kadar zor olabilir!



Bir an için günümüzden 500 yıl öncesini zihninizde canlandırmanızı istesem aklınızdan neler geçerdi? Bir insanın yaşadığı zorluklar nelerdi? Hayat ne kadar zordu?

Örneğin bir şehirden ötekine ulaşmak için haftalar veya belki aylar geçmesi gerekirdi! Birine bir mesaj yollamak istediğinizde; nasıl yapabilirdiniz? Hastalandığınızda doktor veya ilaca erişiminiz ne kadar mümkün olabilirdi? Yiyeceğe erişiminiz için neler yapmanız gerekirdi? Veya canınızın çektiği yiyeceği bulabilir miydiniz? Kendiniz mi yetiştirmeli ve bunun için beklemeniz mi gerekirdi? Peki bilgiye erişim ne kadar mümkündü? Aklınıza takılan konuda araştırma yapabileceğiniz kaynaklara ulaşmak mümkün müydü?

Bu tip soruları uzatabiliriz! Fakat bu kadarının yanıtını bile bir tablo veriyor. Açıkça bugünkü hayatlarımız geçmişin hayatlarından daha rahat. Bilgiye erişim hızımız çok daha fazla; bu açık bir gerçek ve çok daha fazla bilgiye sahip olmalıyız. Öyle miyiz? Belki.

Günümüzün sorunları neler? Kirlilik. Hız. Yoğun trafik. Halen çözüm bulanamamış hastalıklar. Sıklıkla yaşanan bölgesel savaşlar. Daha yüksek ve sürdürülebilir gelir seviyesine herkesin ulaşamamış olması. Bazı bölgelerdeki insanların halen fakir, çok fakir ve aç yaşamak zorunda olmalarına neden olan küresel ticari – yönetim sistemlerimiz. İnsanların daha bireyselleşmesi… bu ne demek? Bencilleşiyoruz demek. Bunun sonucu olarak daha yalnız ve daha fazla psikolojik hastalıkların pençesine düşüyoruz demek. Yanlış anlaşılmasın; insanlar, sosyalleşiyorlar. Birlikte bir yerlere gidiyor; geziyor, eğleniyor, gülüyor, içiyor, dans ediyor, kahkahalı, yoğun sosyal içerikli sohbetler yapıyorlar. Bu doğru. Fakat içlerindeki yalnızlığa çözüm getirmediğini de içten içe hissediyor ve iç tartışmaları ile kendilerini anlamaya, tanımaya çalışıyorlar. Bilgi olmayınca ne kadar işe yarayabilirse, o kadar işe yarıyor. Tıpkı içkinin verdiği gevşeme gibi arkadaş ve dost adını verdikleri insanlarla tekrar tekrar bir araya gelerek eğlencenin, adına paylaşma dedikleri bireysel kısa süreli serotonin seviyesi takviyesi yapıyorlar. Diğer bir deyişle daha çok sosyal mastürbasyon yapıyorlar. Yükselen serotonin seviyesi kısa süreli iyi hissetme sağlıyor ve ardından uçup gidiyor. Ve tekrar deniyorlar. Daha çok insanın bağlanamadan yaşaması, kısa süreli evlilikler, kısa süreli yüzeysel ilişkiler yaşamasının ardında bireyselleşmenin etkileri yatıyor. Birçoğumuz eskiden öğrenilmiş sosyal bilgilerin ışında aile olmak, çoluk, çocuğa karışarak bir dengede olabileceğine inanıyor. Fakat istatistiki sonuçlar ortada. İşe yaramıyor. Eskilerin yapabildiği gibi kalıcı – sürdürülebilir evlilikler, ilişkiler yaşanmıyor; yaşanamıyor. Bu durum insanları bedensel ve sosyal ya da sanatsal kısa süreli keyiflere itiyor. Partilerde toplaşıyoruz. Konserlerdeyiz. Beach partilerinde voleybol oynuyoruz. Sportif aktivitelerde toplaşıyoruz. Vs vs vs.. Bu böylece uzayıp gidecek bir liste. Ancak işe yarıyor mu? İşe yarıyor olsaydı dünya genelinde psikolojik rahatsızlıklarda artış olur muydu? Dünya genelinde 1/4 oranında ciddi psikolojik sorunlu birey tespit edilebilmiş. Tespit edilemeyenleri de hesap edersek belki de bu oran %50’lere varıyor olabilir. Örneğin PTSD, travma sonrası tedaviye başvuran bireylerden hesap edilen verilerle bu noktaya ulaşılmış. Peki ya PTSD tedavisine şu veya bu nedenle başvuramamış veya başvurmayan bireylerin istatistiki hesabı nerede? İşte o oranı da, kabaca tahmin etmişler ve günümüzde psikolojik hastalık çeken insanların dünya nüfusuna oranının %75 civarında olduğu sonucuna ulaşmışlar. Bu durum gösteriyor ki kanser, kalp hastalıkları, aids vb.’den çok daha yüksek bir oran. Neyse biz konunun detaylarına daha fazla girmeden sorularımızı sürdürelim.

Bir an için günümüzden 500 yıl sonrasını hayal etmeye çalışın. Örneğin trafik sorunu çözülmüş. Kirlilik bitmiş. Dünya temiz ve güzel bir yere dönüşmüş. İnsanların eğitim seviyeleri yükselmiş. Zaman içinde toplam nüfus dünyanın kaldırabileceği 5 – 5.5 milyar gibi sağlıklı bir rakam civarında seyrediyor. Neredeyse tüm hastalıkların çözümü bulunmuş ve tedaviye ulaşım herkes için çok mümkün. Gelişen teknoloji ve dengeli nüfus yeryüzünde aç ve yoksul insan kalmamasını sağlamış. Temel yaşamsal ihtiyaçlar ve tanımlar yerli yerine oturmuş. Kimse özgürlük, hak-hukuk diye çığrınmıyor. En eski atalarının yaptığı gibi dengeli ve kalıcı ilişkiler içinde yaşamayı fazla bireyselleşmeden tekrar öğrenmeyi ve yaşamayı becerebilmişler. Bu nedenle bireyselleşme, aldatma, yalana başvurma, çıkarı için kullanma, köleleştirme dürtüsü doğal olarak yok olmuş. Amaçlar değişmiş. Daha çok kazanmak ve daha rahat yaşamının yerini daha çok öğrenmek, bilgiyi, eylemleri paylaşma almış. Çünkü kaynaklar, tüm insanlara fazlasıyla yetecek öyle bir dengeye getirilmiş ki; daha fazla güç, daha fazla kaynağa sahip olma kendiliğinden, utanılacak, basit, gereksiz bir davranışa dönüşmüş. Siz hayalinizde bu dünyayı daha zenginleştirebilir; daha renkli hale getirebilirsiz.

Ben bu noktada son sorumu sormak istiyorum.

O halde geçmişteki sizle, bugün ve gelecekteki sizi siz yapan nedir? İçine doğduğunuz sistemin (dünyanın) sizi biçimlendirmesi ise; siz kimsiniz?

Suyu hangi kaba koyarsam onun şeklini alıyor!

Tuesday 13 December 2016

Fizik Sohbetleri VI – Karanlık Plazma




Bugün, evrenin oluşumu Bing Bang teorisine dair ortaya attığım Dark Plasma (Karanlık Plazma veya Evrensel Plazma) hipotezini anlatarak başlamak istiyorum.

Big Bang, gaz bulutun sıkışması sonucu oluşan büyük patlamayı anlatır. Önce Atomaltı parçacıklar, sonra Hidrojen ve Helyum oluşumuyla süren big bang teorisi yıldızların oluşumu ile devam eder. Ardından daha ağır elementler yıldızlar tarafından oluşturulur. 3. Jenerasyon yıldızlar, yakıtlarını tüketip patlamışlar ve 2.Jenerasyon yıldızların ve ardından 1.Jenerasyon yıldızların oluşmalarını sağlamışlardır. Her jenerasyonda daha ağır elementler oluşmuştur. Cern’de yapılan deneyler ile ilk 3 dakikaya kadar ulaşılabilmiştir. Bu noktada H:He (Hidrojen,Helyum oranı) yaklaşık 3:1 seviyesindedir. Fakat, eğer yıldızlarda daha ağır elementler üretilmeseydi Demir, Kalsiyum, Silikon, Oksijen vs. ne yaşam olabilirdi ne de bizler olabilirdik. Bu iki teoriye Bing Bang Nucleosynthesis ve Stellar Nucleosynthesis denilir. Elbette S, R vs daha detay prosesler (süreçler) gibi açıklamlar ile devam eder. Bu noktada daha fazla detayına girmeden Karanlık Plazma’yı geliştirdiğim ana hipoteze gelelim.

Soru 1 : Gaz bulutunu sıkıştıran; basınç uygulayan neydi?

Evrenin %4’ünü bildiğimiz madde oluşturur. Galaksiler, yıldılar, gezegenler… atomlar, moleküller ve madde. Geri kalan %96’lık kısmı Karanlık Enerji ve Karanlık Maddeden oluşmaktadır. Fakat karanlık madde ve karanlık enerjiyi ölçümleyemiyoruz. Çünkü geliştirdiğimiz tüm cihazlar bildiğimiz maddeyi ve bildiğimiz enerjiyi ölçmeye yarayacak şekilde dizayn edilmişlerdir. Henüz ne olduğunu bilmediğimiz bu şeyleri ölçecek cihazları geliştirebilmiş değiliz.

Örneğin birim kareden saniyede 65 milyar nötrino geçer. Ancak bunu hissetmeyiz. Nötrino, madde ile etkileşime girmeden akıp gider. Yakalayıp incelemek, ölçümlemek için tonlarca su dolu tanklara, kutuplarda dağların derinlerine çok hassas ölçerler yerleştirilmiş olmasına karşın yılda birkaç tane yakalayabildiğimize seviniriz.

Diğer bildiğimiz temel bilgi ise, izotopların kararlı hale gelmek istemeleridir. Kararsız halde bulunamazlar. İlgili şartlara bağlı olarak karakterlerindeki özelliği sergilemek isterler; elektron veya proton yapısına etkide bulunsanız dahi kararlı hale getirilmedikçe, ilk hallerine geri dönme eğilimi gösterirler.

Bu bilgiler ışında diğer sorumuzu soralım.

Soru 2: Evrenin hızla genişlemesine neden olan nedir? Diğer bir deyişle, artan hıza neden olan nedir?

Işığın ne olduğunu araştırdığımızda ikili özelliğe sahip olduğunu buluruz. Hem partiküldür hem de dalgadır. Işığın, fizikteki karşılığı foton’dur. Foton, hem madde gibi; hem de bir dalga boyuna sahip dalga gibi davranır. Foton camdan geçip içerdeki görüntüyü size taşırken aynı zamanda camın üzerinde kendi yansımanızı görmenizi sağlar. Dual yapısıyla foton çok özeldir. Atomların yörüngelerinde dönen elektronlar da benzer davranışı sergilerler.

Karanlık Enerji gibi nötrinolar ile ilgili detaylı bilgilere sahip değiliz. Ancak bu noktada; şu düşünceyle devam edebiliriz. Süper Simetri ve Sicimleri birleştirdiğimizde Süper Simetri Sicimlerine ulaşırız. Bu noktaya geldiğimizde, ilk andaki atom altı gaz bulutunu sıkıştıranın bir plazma olması gerektiği sonucuna ulaşırız. Çünkü enerji ve madde birbirlerine dönüşen kavramlardır. %4’lük maddenin karşılığının %96’lık bir enerji kümesi olması veya tam tersinin gerçekleşmesi olası değildir. Çünkü henüz ilk anlarda bu dönüşümün mümkün olması olası değildir. Düşünce ve matematik sistemimizi bu yönde ilerlettiğimizde ilk sorunun yanıtına ulaşmış oluruz. Karanlık Plazma! Plazmik yapı ışık veya elektron gibi dual yapıda olmalıdır. Ters çekimsel etki oluşturamayacak atom altı çorbasını sıkıştırabilirken ya da planck uzunluğunda kararlı hale gelirken atom altı madde bulutunu beraberinde sürükleyip sıkıştırabilirken; elementler oluştukça, elementlerin enerji-madde dönüşümünden etkilenecek elastik jel gibi olmalıdır. Tüm galaksiler ve bildiğimiz madde bu elastik jel havuzu içinde yüzerler. Bu fikir; kuantum alanı (uzayı) ve bozon alanları ile uyumluluk sergiler. Fakat devasa büyüklükteki galaksiler arasına sıkışmaya uğradığında sıvı veya jelin bir alanda sıkışması gibi davranır. Bu davranışa karanlık madde adını veririz.

Süper-Simetrik-Sicimler’lere tekrar geri döndüğümüzde ise; ilk anda madde ile aynı miktarda oluşmak zorunda olan anti-madde’ye ne olduğunu da Karanlık Plazma hipotezine adapte edebiliriz. İlk andaki patlama ile karanlık plazma (jeli) genişlerken; oluşan anti-madde jeli diğer yönde iter. Böylece iki ayrı yöne veya paraleller olarak genişleme sergilemiş olabilirler. Sebebi ise; patlama sonrası madde ve anti-madde aynı anda aynı jelin içindeyken; tıpkı iki devasa galaksi sarasında sıkıştığında yastık gibi davranan jel; bu kez madde ile anti-madde arasında yastık görevi görmüş olmalıdır. Bu da farklı yönlere hareket etmelerine neden olmuş olabilir.



Evrenin her yerindeki yapının neredeyse aynı modelin tekrarı olarak izlenmiş olması ise; karanlık plazmanın içinde yüzdüklerinin diğer bir kanıtıdır. Fakat Kozmik Mikro dalga Arka Plan çalışmalarında (CMB) tanımlanageldiği gibi evrenin patern yapısı homojen olmamalıdır. Çünkü her süpernova patlaması; oluşturduğu büyük itici güç ile karanlık plazma jelinin farklı yönlere hareket etmesini de sağlamış olmak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında günümüzdeki evren modeli aşağıdaki şekil gibi olmalıdır.



Öte yandan, elimizdeki verilere göre; yerçekimsel dalgaların veya diğer bir deyişle yerçekimsel kuvvetin  büyük ölçekte çalışmadığını biliyoruz. Yalnızca dar ölçekli modellerde çalışan bir kuramdır. Evrenin genişlemesinde (redshift - kırmıza kayma) yerçekimsel kuvvetin rolü ihmal edilir.

Sonuç olarak karanlık plazma ile başlayan evrenimiz; maddeyi bir arada tutan H bozon gerilim veya diğer bir deyişle maddenin bir bütün olarak kalmasına neden olan içsel atomik enerjinin eşiğine gelininceye genişlemeye devam edecektir. Daha sonra madde tıpkı süpernovalar, beyaz cüceler gibi dağılacak ve o eşik noktasından sonra karanlık plazma, planck uzunluğundaki kararlı haline geri dönecektir. Bunu yaparken; ilk başta olduğu gibi atom altı parçacıkları da beraberinde taşımalıdır.

Sıkışma – patlama – genişleme – eşiğin aşılması ve geri toplanma sonsuz kere sürecek bir süreçtir. Anti-madde karanlık plazma evrenindeki süreçler bütünü karanlık plazma madde evrenindeki süreçler bütünü ile eş zamanlı hareket etmemesi için bir neden yoktur.



Bazı Referanslar

Evolution and Nucleosynthesis in Low-Mass Asymptotic Giant Branch Stars. II. Neutron Capture and the s-Process : http://iopscience.iop.org/article/10.1086/305437/meta

Thermal pulses; p-capture, alpha-capture, s-process nucleosynthesis; and convective mixing in a star of intermediate mass
http://adsabs.harvard.edu/full/1975ApJ...196..525I

Pre-big-bang in string cosmology: http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/0927650593900178

Big-Bang Nucleosynthesis Revisited
http://adsabs.harvard.edu/full/1973ApJ...179..343W

Big bang nucleosynthesis - Theories and observations
http://adsabs.harvard.edu/full/1985ARA%26A..23..319B

Saturday 10 December 2016

Fizik Sohbetleri V – Ne anlatsam boş!



Bir önceki makalede gezegenimiz ile evrenin durum ve konumunu değerlendirmiştik. Şimdi ise, üzerinde yaşadığımız gezegeni orijin olarak aldığımızda biz insanların yaşamlarına bir göz atarak başlayalım istedim. Uzay-Zaman hesabına göre 100 yıllık bir insan ömrü gezegenimizi merkez alındığımızda 0.700563757 saniyedir. Ortalama olarak ise bir insan ömrü 0.5 saniyedir ki bu 71.3 yıla denk gelir. Diğer bir deyişle, ortalama bir insanın doğumundan itibaren, dünya, güneş etrafında 71.371914965302722… turu tamamlamıştır. Buradaki mantık basittir. Dünya, Güneş etrafındaki yörüngesini 1 kez tamamladığında; bir yıl geçtiğini varsayarız. Oysa, geçen süre tamamıyla görecelidir. Olan ise; gezegenimizin yörüngesini bir kez tamamlamış olmasıdır.

Uzayda mesafeler KM (kilometre) cinsinden hesap edilemez. Parsek ile ifade edilir. Buna göre, 1 parsek = 3.26 ışık yıldır. Diğer bir deyişle, 30.857E12KM eder. Yani 30,857,000,000,000KM dir (30 Trilyon, 857 Milyar Kilometre). Fakat 3000 ışık yılından sonra, parsek kullanılamaz. Çünkü hata payı artar. Onun yerine doğrudan ışık yılı kullanılır. Işık yılı, ışın bir yılda aldığı mesafedir. Bu değer, 299,792,458 m/s yani yaklaşık saniyede 300 bin km’dir.  

Temiz bir gecede gök yüzüne baktığınızda görebileceğiniz en yakın yıldız Proxima Centauri 4.24 ışık yılı uzaklıktadır. Bu demektir ki; ışığının bize gelmesi 4.24 yıl alacaktır. Başka bir deyişle; en yakın yıldızın 4.24 yıl önceki halini görürüz. Öte yandan gözlemlenebilmiş en yakın galaksi Canis Major Dwarf ve güneşten uzaklığı 25000 ışık yılıdır (236 katrilyon KM uzaklıktadır). Hayal edebileceğinizden çooook daha uzaklıkta, milyonlarca ve hatta milyar ışık yılı uzakta galaksiler ve galaksi kümeleri yine milyarlarca sayıdadır.



Üzerinde yaşadığımız gezegen yalnızca güneş etrafındaki yörüngesinde 230 km/s (828000 km/saat) hızla dönmüyor; aynı zamanda galaksinin etrafında 721000 ila 935000 km/saat hızında dönmektedir. Bununla da kalmıyor ve uzayın derinliklerine doğru ve göreceli olarak 40 km/s (144000 km/saat) – 600 km/s (2.16 milyon km/saat) hızla uzaklaşmaktadır. Bilmediğimiz bir yerlere doğru hep birlikte yol alıyoruz. Kuyruklu yıldızlar ve devasa meteorlarla çarpışmaktan kıl payı kurtuldukça seviniyor ve yolumuza devam ediyoruz.

Eğer evrenin kendisini orijin alarak yaşam süremizi hesap etmek isteseydik; sıfıra en yakın sayıya ulaşırdık ki bu bir mili saniyeden bile azdır. Gözünüzü açıp kapamanız en az 1/4 ve en çok 1/3 saniye alır. 1 mili saniye ise saniyenin binde biridir. Bir an, sadece bir an, bir ateş böceği gibi parlar gideriz…

Bunları ve daha fazlasını sayısız kez insanlara anlatmaya çalıştıysam da; “gündelik hayatımızda bu bilgilerin ne anlamı var?”, “ne faydası var?” yanıtlarıyla karşılaştığım için daha detayına girmeyeceğim ve biraz geciktirmiş olsak ta, bir sonraki bölümde ışık konusuna gireceğim.

Sevgiyle ve bilimle kalın…

İnşallah…

Friday 9 December 2016

Dark Plasma Hypothesis



Dark Plasma Hypothesis


Abstract

Big Bang Nucleosynthesis hypothesis is based on enormous pressure cause the heat and burst of subatomic particles turned out to hydrogen and helium which are the very first atoms in the process. Stellar nucleosynthesis (Hydrogen & Helium Fusions) created heavier atoms and elements until 1st generation star formation and even S,R Processes.

However the missing part of the BB Hypothesis is the root cause of the pressure.
Where did the pressure come from? Or How pressure happened?

I think Dark Plasma Hypothesis will give some light on the root cause of pressure and the circle of universal dynamics.

Hypothesis

We know today, 4% are known matter and particles and 96% of universe is unknown Dark Energy and Dark Matter. I will ignore Dark Matter for now and focus on Dark Energy. All energy forms as far as We know should have a source in itself OR outer source. But we don't know what dark energy is! To able to make easier to be understand of the model than I will take it as a plasma in this hypothesis and call the Dark Energy as "Dark Plasma" (in short DP).

As we know all isotopes has its own stable state. If we take Dark Plasma's stable state is to be planck length then it will incline back to its first status which was the first state of BB. However BB caused to enlarge the DP. (Please think DP as a stretched fabric or stretch liquid which covers all matter OR all particles swim inside of it).

I will assume that Dark Plasma caused the pressure on 4% of particles in planck length before Big Bang. This pressure caused the enormous heat and burst. I will take the 4% of total matter as a constant number of universal matter (particles).

Nowadays observations shows that volume of universe is enlarging (stretching).

And the Questions is : What does cause the universe to enlarge and even faster.

As a first assumption for inscreasing enlargement (Redshift) gravity/gravitational force does not work in large scales instead runs only smaller and/or closer scales.
(redshift : https://en.wikipedia.org/wiki/Redshift)

If DP started stretching because of the BB (Big Bang) which caused the first momentum of stretching than DP must give the kinetic movement. If it has the kinetic energy than it should be plasma (something like dust and/or cloud but unknown molecular structure). Becasue we can not assume waves (such as neutrino) can not transfer kinetic to another/ interact with each other. Than; the back/bottom/main structure of universe should be in a plasma form (pattern) So We can hope to discover it and measure it.

If we continue this way of thinking than we can reach DP is effecting by all star explosions (supernovas) which means supernova explosions should be added into formula to calculate of its latest state volume which means energy of known matter and stellar explosions passed its main structural energy to force DP enlarging. Enlarging, Strecthing, Explosions must be bilateral (two-way) interacting.

(The top panel shows the evolution in the stellar mass density, solid line with dark-red shaded area) as a function of redshift... http://wwwmpa.mpa-garching.mpg.de/mpa/research/current_research/hl2005-4/hl2005-4-en.html)

Once all matter burned and decay into scattered particles soup as if the very first picture of BB then Dark Plasma will not be effected any propulsive force for stretching. So DP can turn back to its stable state into planck length by collecting all particles by itself.

Force of Stable State of Dark Plasma can pass the barrier to able carry all scattered particles into planck length which may cause another pressure and heat for BB.

Conclusion

Dark Plasma may repeat the same "Pressure - BB - Stretch - Back to Stable State" scenario infinite times. However it shapes the exactly the same structure at each time. So What we need to make it differes from the previous one. It is error constant which has its own error! Which may trigger different status and different shapes of universe at each time but with similar structure of atoms and energy. Another fundamental error about the universe comes from the understanding of quantum field. If we do not take out the "time" variable from the formulas it may impossible to understand the homogenity of the structure of universe. Kinetic movement and waves are the only matter of fact of the energy transfer (as far as we know today). I must say; there is no evidence there is time in universe.

I do assume the Dark Matter is dense form of Dark Plasma. Enormous explotions of stars and/or galaxies collison cause pressure on DP somehow and turns out to dense form for a while.

As a result, super-symmetric-strings may be taken as a basis of Dark Plasma Hypothesis which may explain the lost of anti-matter after the very beginning explosion (BB).

The first BB kinetic force and continued supernova kinetics are giving the shape to universe like the form below figure. Not a sphere or elliptical but dynamic form.


As a last assumption because of super-symmetric-strings there should be two universes, one matter and one anti-matter with the same universal plasma.

Required tests to able to reach the proof.

1. 99 to 130 Tev anregend as a stimulus electrons collision at LHC. However vacuum should have ionosphere specs.

2. 19 to ? Tev electrons collision at LHC while uranium235 and/or plutonium 239 fission explotion.

Results will give us an understanding of plasma behaviour.
We need to understand why and how dark enery/matter behave as if  a airbag between while two galaxies are colliding.

Referenses

Evolution and Nucleosynthesis in Low-Mass Asymptotic Giant Branch Stars. II. Neutron Capture and the s-Processhttp://iopscience.iop.org/article/10.1086/305437/meta

Thermal pulses; p-capture, alpha-capture, s-process nucleosynthesis; and convective mixing in a star of intermediate mass
http://adsabs.harvard.edu/full/1975ApJ...196..525I

Pre-big-bang in string cosmologyhttp://www.sciencedirect.com/science/article/pii/0927650593900178

Big-Bang Nucleosynthesis Revisited
http://adsabs.harvard.edu/full/1973ApJ...179..343W

Big bang nucleosynthesis - Theories and observations
http://adsabs.harvard.edu/full/1985ARA%26A..23..319B

Fizik Sohbetleri IV - Büyük Patlama


Bu bölümü büyük patlama ve evrenin oluşumuna ayırmak istedim ki evren nasıl bir yer ve biz neresindeyiz hayal edebilin diye.

Büyük ve sonsuz bir karanlığın içinde yaklaşık 13.8 Milyar yıl önce yoğun ve sıcak bulutsu yapının yoğunluğu artmaya başladı. Öyle yoğun ve öyle sıcak hale geldi ki; bunu ne kelimelerle ne de sayılarla ifade ederek anlatabilmem mümkün değil. Sonra yıldırım çatlaması, gümbürtüsü gibi çakarak; patladığını hayal etmeye çalışın. Hiçliğin ortasında anlık bir patlama! Evet, yoğun bir noktadan başka hiçbir şey yoktu.Evren diye bir şey yoktu. Yalnızca karanlık.


İşte o andan sonra saniyeler içinde enerji, partiküllere dönüşmeye başladı. Henüz daha madde yoktu. Ne yıldız, ne gezegen ne de yaşam. Yalnızca dehşet verici sıcaklıkta bir partikül çorbası. Atom bile yoktu. Atomu oluşturan, atom altı parçacıklar birbirleriyle çarpışıp ilk atomların oluşmasını sağladı. İlk oluşan Helyum ve Hidrojendi.
https://home.cern/about/physics/early-universe


Zamanla diğer atomlar oluşmaya başladı. Atomlar birleşerek ilk yıldızları oluşturdu. İlk yıldızlar, daha ağır atomların oluşmasını sağladı. İlk yıldızlar enerjilerini tüketip patladıklarında, 2.jenerasyon yıldızların oluşmasını sağladı. Daha ağır atomlar ve elementler oluşuyordu artık. Zaman ilerledikçe, yıldızlar galaksileri oluşturdu.

Bugün evrene baktığımızda, milyarca galaksi olduğunu görüyoruz. Yukarıdaki fotoğraftaki her bir nokta, bir galaksiyi gösteriyor. Ve elbette küçük bir kesiti.


Yukarıdaki şekil ise, evrenin mikro dalga kozmik görüntüsüdür. Bulunduğumuz yerden, etrafımızı gözlemlediğimiz için ortasındaymış görünüyoruz ama elbette ortasında değiliz. Merkezden çok çooook uzaktayız.


İçinde bulunduğumuz galaksinin adı Milky Way, Türkçe olarak Samanyolu galaksisidir. Ortalama 100 ila 400 milyar yıldızın bulunduğu bir galaksidir Samanyolu galaksisi. Bizim yıldızımız Güneş ise, bu yıldızların içindeki bir tanesidir.
http://asd.gsfc.nasa.gov/blueshift/index.php/2015/07/22/how-many-stars-in-the-milky-way/


Yukarı şekil, bulunduğumuz samanyolu galaksisi içinde nerede olduğumuzu gösteriyor. Elbette Dünyadan daha çok Güneş sistemini işaret ediyor. Çünkü güneş sistemi içinde küçük bir gezegen üzerinde yaşıyoruz.


İşte bu da bizim güneş sistemimiz ve içindeki 3.minik gezegen ise bizim evimiz.

Umarım evrenin büyüklüğünü ve bizim küçüklüğümüzü hissettirebilmişimdir.

Daha fazla detayla devam etmeden önce burada bir es verip; bu verileri aklınızda hissederek birleştirmenizi umuyorum.

Sevgi ve bilimle kalın.
İyi geceler.

Tuesday 6 December 2016

la lalla la la la...



https://www.youtube.com/watch?v=DGB4Zm6LKoU

Bazen bir şeyler söylemek istersiniz;
saklanmışsa sözcükler
arayıp ta bulamıyorsanız
yalnızlık diyecek olursunuz
ama değil
yüreğim deseniz
o da değil
tarif edemediğinizde
şekillere, renklere dönüp bakarsınız.
Aralarında tek bir görüntü varsa anlatabilecek
kimse de bilmiyorsa ne olduğunu
https://www.youtube.com/watch?v=13ikOFT4CN4
la la lla lala la la....
la lalla la la la...


 (An Exceptionally Beautiful Meteorite Slice - found in the Atacama desert in Chile in 1822)

Monday 5 December 2016

Gençlere Öğütler


Yukarıdaki gfarikler (diyagram - şekiller), gelişimsel psikopatoloji ve psikolojide düşük-ortalama-yüksek empatinin toplumdaki dağılımını anlatmak için kullanılır. Cambridge Üniversitesinden Prof. Simon Baron Cohen (Bilişsel Nöroloji ve Psikoloji - Pyschology & Cognitive Neuroscience) Zero Degrees of Empathy (Sıfır Empati) sunumlarında kullandığı diyagramlardır.

Bunun anlamı şudur. Toplumun empati (anlayış-yardımseverlik-sevgi) seviyesi ortalarda toplanmıştır. Empati seviyesi azaldıkça (low) psikolojik hastaların arttığı anlamı çıkar. Örneğin, sosyopatlar, psikopatlar vs. Bu durum aynı zamanda beyin gelişimini de ifade eder. Bir bakıma anlama yeteneğini ve zekayı. Empati seviyesi düşük (low) grup gibi yüksek (High) grup az miktarda insanı ifade eder. Empati seviyesi yüksek insanları, melek, çok yardımsever, çok zeki olarak ifade ettiğimiz gibi aynı zamanda aptal, ahmak, şapşal olarak değerlendiririz. Bu ne yazık ki böyledir. Tıpkı Albert Einstein'nın ve benzerlerinin okul yıllarında ya da hayatlarının çeşitli dönemlerinde başına geldiği gibi.


Yüksek empatik bireyler, başkalarının hayatlarını kurtarmak için kendi hayatlarından vazgeçebilecek insanlardır. Örneğin 2.Dünya Savaşı yıllarında Oskar Schindler, kendi hayatını tehlikeye atarak, kendi evraklarını kullanarak çok sayıda Yahudiyi trenlerle Alman soykırımından kurtarmıştır. Az sayıda da olsa tarihte örnekleri mevcuttur.

Birinin yaralandığını ya da kaza yaptığını gören az sayıdaki insan yardım etmek için durur ve gerekli-doğru yardımı mutlaka yapar. Üzüntü, yokluk vs zorluklar içindeki insanlara sessizce yardım eden ve karşılığında hiçbir şey istemeden yine sessizce giden insanlar vardır.

Kötü insanların sayısı da, iyi insanlar gibi azdır. Tek bir farkla! Kötü biri çok sayıda insanın hayatını yok eder ya da o insanlara zarar verirken; iyi insanlar kitlesel yardımlarda çok en ender bulunabilirler.

Nedeni basittir. Çok iyi insanların, çok zeki olsalar bile ailelerinden kalan bir gelir-zenginlik yok ise; zengin olma ihtimalleri yoktur. Ve büyük ihtimalle ellerindeki geliri zaten insanlara iyilik-yardım edebilmek için tüketmişlerdir.

Öte yandan iyi ve kötünün yalnız olmalarının nedeni de basittir. Her grup; anlaşabileceği akıl ve empati seviyesindeki bireylerle bir arada sosyalleşirler. Kötü ve İyi az ve dünya üzerinde dağınık olduklarından geniş sosyal çevreleri de olamaz.




Öte yandan kötü - normal - iyi olma ihtimaliniz size çok fazla bağlı değildir. Ana rahminde maruz kaldığınız kimyasal dengenin sonucudur. Testosteron seviyesi etkisinin sonuçları sizin nasıl bir birey olacağınızı belirler. Fakat bu noktada eğitimin payı yadsınamaz. Eğer kişi, psikopat veya sosyopat değilse; eğitilerek empati ve anlayış seviyesi geliştirilebilir.

Fakat yaşama bakışınız; daha sosyal olarak yaşamak; çalışmak-flört etmek (evlenmek) eğlenmek ise, ne çok kötü olmalısınız ne de çok iyi. Ortalama bölge; en kalabalık olan bölgedir.

Anne rahminin etkisini akılda tutarak; yaşamda nasıl biri olacağınıza karar verebilmeniz aldığınız eğitimlere bağlıdır. Aldığınız eğitimleri, yalnızca daha iyi yaşam diye tarif ettiğiniz daha yüksek gelir ve daha parlak bir kariyere bağlamışsanız; dünya, sizin rekabet alanınız olacaktır.

Yine de bir canlıya, yaşamında sizi anımsatacak bir iyilik yapmadan ölmemeye çalışın derim. Çünkü kötülük gibi, iyilikte bulaşıcıdır. Zaten geri kalan herkes normal!

Tekrar düşünün;
Okuyun, araştırın; öğrenin.
Öğrendiklerinizi yaşayın!

Sunday 4 December 2016

Bisiklet ve Temiz Hava


"Yollarda" isimli makalede gezegenimizin içinde bulunduğu kritik kirlilik eşiğinden bahsetmiştim. Fakat sosyal medyadaki bilgi kirliliğinden ve hayali düşüncelerin neden olduğu ön yargının asıl hedefleri saptırdığı düşüncesiyle bir noktaya daha açıkça değinmem gerektiğini hissettim.

Bazı temel bilgiler vererek başlayalım.
Atmosferdeki toplam toksik (zehirli) gazların ve partiküllerin yaklaşık beşte biri (%20) ila dörtte biri (%25) araçlardan kaynaklanmaktadır. Geri kalan %75-%80'ine üretim ve enerji sektörleri ile ısıtma amaçlı fosil yakıt tüketimi neden olmaktadır. Bunlar genel hatlarıyla termik santraller, fabrikalar, küçük ölçekli fabrikalar, konutlar vs. Araçların kendi içlerinde kirletme oranlarına baktığımızda ise; %20-%30 oranında küçük araçların ve %70-%80 oranında büyük araçların neden oldukları toksik gazlar olduğunu görürüz. Büyük araçlar sınıfına girenler ise, küçük-orta-büyük dizel otobüsler, dizel irili ufaklı kamyon ve tırlar, dizel motorlu gemiler ve trenler ile uçak ve helikopterlerdir. Otomobillerin oranındaki %10 artış, son yıllarda dizel motorlu olanlarının artışı nedeniyle olmuştur. Özetleyecek olursak atmosferin %20'sini araçlar ve araçlar içinde otomobiller %20-%30 payı ile yani toplamda otomobiller  %4 - %5 aralığında bir kirletici etkiye sahiptirler. Daha net anlaşılmasını sağlamak için şöyle bir örnek vereyim. Örneğin yaşadığınız şehirde yaz aylarında otomobillerin neden olduğu hava kirliliğini net olarak hissedemezsiniz. Eğer kış aylarında tüm şehir kömür ile ısınıyorsa, havadaki kirliliği hem gözlemleyebilirsiniz hem de hissedersiniz. Eğer bir de termik santraller ya da fosil yakıt kullanan fabrika alanlarına yakın bir yerde yaşıyorsanız; tüm yıl boyunca bu kirletici etkiyi hissedersiniz.

Bu bilgileri vermemdeki amaç, asıl hedefin neler olduğunun iyice anlaşılması içindir. Bilgi kirliliği sonucu, yanlış bir algı oluşmuş durumda. İnsanların bisiklet sürmesi ile atmosferin temizleneceği algısı yerleştirilmeye çalışıyor. Elbette %4-5 lik bir etkiyi de hesap etmek zorundayız. Fakat ana kirleticilere hiç değinmeden bu değişimi ve doğru algıyı sağlayamayız. Üstelik akılda tutmakta fayda var ki; bisikletler ağaçta yetişmezler. Üretilmeleri için fabrikalar kullanılır. Bakımları da kirlidir. Tekerinin üretildiği fabrikaların atıkları gibi zincir yağları, boyalarının üretildiği tesisler muz ve şeker kamışından yapılmazlar. Bisiklet kullanımı, toksik gaz üretmez elbet ama üretimi ve bakımı doğa için toksiktir.

Bunun yanı sıra bisiklet gruplarının yaptıkları turlar, Türk kültürü açısından bakıldığında; yeme içme turlarıdır ki sağlıklı olduğunu tartışmak bile bilimsel açıdan anlamsızdır. Her ne kadar Kopenhag gibi bazı kentlerde ulaşım aracı olarak kullanımı yaygınlaşsa da; şehrin havasında lokal olarak olumlu etkisi çok küçük bir değerde kaldığı için hesap dışı bırakılmaktadır. Diğer çevresel kirleticilerin etkisi, bisikletin toplu olarak kullanılmasındaki toplam faydayı matematiksel olarak ihmal edilir hale getirmektedir.

Sonuç olarak, bisiklet sürmek doğru yöntemle yapıldığında faydalı bir spordur. Ancak bisiklet kullanarak atmosferde biriken 403PPM karbondioksiti azatlamayız! Tüm insanlık olarak gezegenimizin ölmekte olduğunun acilen farkına varmalı ve tüm fosil kaynakların kullanımını durdurmalı ve tüm nükleer tesislerin kapatılmasının yollarını bulmalı ve alternatif enerji kaynaklarına yönelmeliyiz.

Fakat!

Alternatif enerji kaynaklarının kullanımının yaygınlaşmasının doğaya vereceği olumsuz etkileri de ayrıca çok detaylı çalışmak zorundayız. Rüzgar Türbinleri ve Solar Paneller için binlerce ağacı keserek; tarım alanlarını yok ederek bir sonuca ulaşamayız... (Lokal olumlu gelişmeler, gezegen açısından yeterli değildir.)

İyi pazarlar.


Referanslar:
http://www.catf.us/resources/publications/files/Cradle_to_Grave.pdf
http://www.greenpeace.org/new-zealand/Global/new-zealand/report/2007/1/enviro-impacts-of-coal.pdf
http://www.sourcewatch.org/index.php/Environmental_impacts_of_coal
http://www.osti.gov/scitech/biblio/7061082
http://www.brighthubengineering.com/power-plants/23734-pollutants-from-a-coal-fired-power-plant/
http://www.greenpeace.org/japan/Global/japan/pdf/Japan%20case%20study%20_201605_EN_F.pdf
http://www.un.org/esa/gite/iandm/faizpaper.pdf
http://www.ucsusa.org/clean-vehicles/vehicles-air-pollution-and-human-health/cars-trucks-air-pollution#.WEP-afmLTIU
https://saferenvironment.wordpress.com/2008/12/11/pollution-from-motor-vehicles-urgency-of-development-of-environment-friendly-cleaner-system-for-road-transport/
http://www.dec.ny.gov/chemical/8394.html

Saturday 3 December 2016

Fizik Sohbetleri III - Teknolojimiz





Tekrar merhaba.

Geçen bölümde her ne kadar ilkokul fiziğinden bahsetmeyelim demiş olmama rağmen; aslında ilkokul teknolojisinde yaşayan bir canlı türüyüz.

Öncelikle fizikteki yasalardan bahsederken; klasik fizik, genel görecelik ve kuantum fiziği olarak ayrı ayrı üzerinde durmalıydık. Fakat oldukça uzun süredir klasik ve görecelik üzerinde çalışmadığım için doğal olarak atlamışım. Kendi yazdıklarımı genelde imla, cümle hataları var mı diye okuyorum. Konuşur gibi yazdığım için, anlattıklarımı tekrar değerlendirmek ya da mantık dizgesini değiştirmek amacıyla bakmıyorum. Dolayısıyla da atlamış olduklarım anımsatıldı diyelim.

Efenim. Klasik fizik denilen mevhum; adından da anlaşılacağı gibi oldukça eskilere dayanan; tarihsel açıdan bakıldığında ilk insan türüne kadar uzanan bir dönemi kapsar. Ateşin bulunması ve tekerin icadı ile başlayan bilimsel yolculuğumuzun bilim açısından öykülerini anlatır. (arka sıralarda sırıtanlar olduğunu görüyorum. Şşşşt… ama sırıtmak neden yasak olsun.. sırıtın sırıtın..) Batı dünyası bilimin tek elinde olduğuna ve icatcısı olduğuna inanma konusunda inatçıdır. Hatta konuyu Antik Yunan tarihine kadar getirirler ama orada sıkı bir frenle dururlar. Oysa ne Antik Yunan felsefesi ne de bilim, batı dünyasında icat olmamıştır. Örneğin dinamiti icat eden Nobel değil; barutu kullanan Çinli’lerdir ve Nobel amcamız daha keşfetmeden yüzyıllar öncesinde kullanmışlardır. Bu durum aslında tipik, paketini değiştir; benim diye oraya çık mantığıdır. Dolasıyla bilim pat diye batıda ortaya çıkan bir mevhum değildir. Aksine, binlerce yıllık tarih içinde gelişmiş ve doğudan batıya aktarılmıştır. Batıda gelişme hızı artmış ve bugün bulunduğumuz ilkokul seviyesine ulaşmıştır. Mevzumuz ilk çağ tarihi olmadığından Antik Yunanın antika tarihine ve mitolojisine daha sonra bir ara değineceğim. Hep olduğu gibi Almanlar tüm güçleriyle karşı çıkacaklardır. Çünkü gerçeği bir kez kabul ettiğinizde; çorap söküğü gibi tüm tarihsel bakış bir anda değişime uğrayacaktır ki bunu göze almak istemedikleri açıktır. Ellerinde olsa Göbeklitepe'yi bile yok sayacaklar... Olsun, buyursunlar; ayak diretsinler yine de bu durum gerçeği gizlememektedir. Örneğin tıp konusuna ya da matematik konusuna girecek olsanız; önceki tüm çalışma ve buluşları yok sayan bir anlayışın duvarıyla karşılaşırsınız. Gerçi İngilizlerin hiç derdi değildir. Çünkü onlar para eder mi diye bakarlar. Para etmiyorsa salla gitsin burun kıvırmasının asilzade halini pek muhteşem taklit ederler. Fransızlara hiç değinmeyeceğim çünkü onlar iki yüzyıldır bulunduğumuz bilimsel seviyeyi sindirmeye çalışmaktadırlar. Kesin bir yerde hata yapmışızdır diye ezbere tekrar etmektedirler. Anımsarsınız, ABD defalarca Mars’a kapsül indirmişken bunların ki geçen ay, Mars’a çakıldı. ESA’nın durumu kurtarmak için muhteşem açıklamaları ise ayrı bir komedi konusudur. Sen git önce kuyruklu yıldıza iniş yaptıracağım diye kapsülü kafa üstü çaktır; daha aradan iki ay geçmeden Mars’a da çakılsın. Hiç olmazsa biz olsak, nasıl çaktık, doksana taktık diye aylarca program yapardık!

Neyse efendim biz, kinetik enerjiden devam edelim.

Kinetik enerji, eylemin (hareketin) enerji olarak ifade edilme halidir. Bir de momentum vardır. Şöyle izah edeyim. Yer çekimi gezegen üzerindeki her cisme uyguladığı çekim gücü nedeniyle bir kütle kazandırır. Bir cismin hızlanabilmesi için yer çekim gücünü aşması gerekir. Örneğin bir arabayı üfleyerek hareket ettiremezsiniz ancak bir tüyü üfleyerek havada uçurabilirsiniz. Dolasıyla uygulanan kuvvet, cismin kütlesine bağlı olarak değişiklik gösterir. Bu kütle bir diğer bakışla hareket etmeme eğilimidir veya hareket etmeye direnme halidir. Bu direnmeyi sağlanan, neden olan ise yer çekimidir. İlk hareket haline ise momentum denilir. Terim ve deyimlere fazla takılmayın; ister Latince, ister Yunanca olsunlar fark etmez. Önemli olan konuyu aklınızda canlandırıp anlayabilmenizdir. Amacım, bilimsel temelleri anlamanıza destek olmak. Nasılsa, kalkıp bilimsel bir makale yazmayacaksınız ya da üniversitede ders vermeyeceksiniz. O halde; konuyu anladığınızda, anımsayabileceğiniz, istediğiniz; çağrışım yapacak bir ismi verebilirsiniz. (Aramızda kalsın ben buna indeksleme diyorum. Çok işe yarar! Epey ileride hafıza ve limbik sistem üzerine sohbet ederken; biraz detay verebilirim.)

Kinetik enerjiyi hayatımızın çok fazla noktasında kullanıyoruz. Örneğin yürürken, oturup-kalkarken, araçlarda, vinçlerde, uçaklarda, roketlerde, termik ve nükleer santrallerde.. velhasıl hareket eden her şeyde kinetik enerji (potansiyel enerji) ve momentumu kullanırız. Fakat akılda kalması gereken nokta, hareketi yani kinetik devinimi sağlamak için enerjiye gereksinim olduğudur. Örneğin, bir aracın hareket edebilmesi için motora ve motorun da kinetik enerjiyi sağlayacak enerjiye, yakıta ihtiyacı vardır. Biz insanların hareket edebilmesi de enerji ile mümkündür. Atın arpasını vermezseniz, arabanızı çekecek hali olmayacağından yerinden kaldıramazsınız.

Günümüzün teknolojisi kinetik enerji ve elektromanyetizma’dan başka bir şey değildir. Elektromanyetizmayı anlatabilmek için sonraki bölümde ışığı (fotonları) anlatarak ilerleyeceğim.

Teknolojimize göz attığımızda; araçlar, aydınlatma, telefonlar, bilgisayarlar, televizyon, radyo, hastane (tıbbi) cihazları, ısıtıcı ve soğutucular görürüz. Bunun dışında kalanlar binalar gibi yapı işleridir. Tüm bunların arasında bir de yardımcı maddeler vardır. Örneğin kimyasallar, ilaçlar, organik ve inorganik yardımcı aletler, cihazlar. Çok bir şey yokmuş aslında! Örneğin birini düşündüğümde, düşüncelerimi renk, şekil ve görüntülere çevirebilen bir cihaz yok örneğin. Yine örneğin her sabah ayakkabımın bağcıklarını bağlıyorum. Bağcık! Araçlarımızda halen binlerce yıl önce icat edilmiş olan tekeri kullanıyoruz. Yağmur yağdığında arabamın camı halen ıslanıyor ve lastik çubuklarla (silgeç) camı siliyorum. Örneğin, romantik bir akşam yemeği için Satürn’e gidemiyoruz. Güneş sistemi dışına çıkan bir araçla konuşmak ne kadar mümkünse o kadar iletişim sağlayabiliyoruz. Postayı yolla….. bekle bekle bekle doğru adrese varması için dua et!



Örneğin Nükleer santral dediğimiz ucubelerin çalışma prensibi mutfaktaki düdüklü tencerenizden daha gelişmiş değildir. Suyu kaynat, türbini çevirsin; kinetik enerji elektrik motorunu çevirsin ve elektrik elde et. Gerçi 4.ve 5. jenerasyonlarda hidrojen çıktısı hayal edilmektedir. Tabii patlamazsa, inşallah!

Bilim ve teknolojinin gelişmesindeki yavaşlıktan şikayet eder olduğumu hissetmişsinizdir. Fakat bunun asıl nedeni, eğitim, bilim ve sağlığa bütçe payı ayrılması gerekirken; tüm dünya silaha, spora, eğlenceye ve bilumum boş şeylere bütçe ayırmayı seçtiği için tökezleyerek ilerliyoruz. Aslına bakarsanız sanatta bile öyleyiz. Halen tarih öncesinden kalma mağaralardaki çöp adam resimleri, figürleri kopyalıyoruz. Figürleri yuvarlak, kübik yap adına gelişme denilsin. Figürleri uzat, sarkıt adına gerçeküstü akım denilsin. Renkleri birbiri içinden geçir adına soyut denilsin. Fakat halen mantıksal, duyusal ifadeye ulaşamadık(yani gelişmiş ortak bir dil icat edemedik). Halen mantıksal, duyusal ifadeye ulaşamadık. Hatta kullandığımız dil ve kelimeler bile tek boyuttan iki boyuta bile geçemedi. Aslına bakarsanız düşünce ve dil bizim asıl teknolojimiz. Bölümlere ayırmadan, tek cümle içinde geçmişi ve şimdiyi ifade edemiyoruz ya da şimdiyi ve geleceği. Kaldı ki geçmişi-şimdiyi ve geleceği tek cümlede ifade edebilelim. Bu nedenle matematik dilini geliştirmek zorunda kaldık. Zamandan bağımsız her şeyi ifade edebilmek için! Ancak kaç kişi anlıyor derseniz… ?

Sanırım lafı fazla uzattım ama dilerim ki kinetik enerji ve teknolojimizin dayandığı ana konuyu anlatmaya dilim dönebilmiştir.

Keyifli pazarlar.

Friday 2 December 2016

Fizik Sobetleri II - Standart Model ve Bilimsel Düşünme



Konu bilim olunca, standart ya da balık eti model olarak yukarıdaki bayanların mesleğinden bahsetmeyeceğim. Eğer beklentiniz buysa üzgünüm!

Şimdi doğru algısal fotoğrafı ekleyip; başlayalım.



"Standart model" olarak kullandığımız deyimin anlamı şudur. Maddeyi oluşturan en küçük parçacıkların neler olduğunu ve hangi kuvvetlerden etkilendiğini (etkileşime girdiğini) tanımlayan kurallar bütünüdür. Örneğin, basit bir cam bardağın nelerden oluştuğunu araştırdığımızda; atomlarının kararlı kristal bir yapıya sahip olmadığı silisyum oksitlerinin çözülmesinden....  hayır, saçmalıyorum. Camın, kum, soda ve kireçten meydana geldiğini buluruz. Bunu öğrendikten sonra, bazı deneyler yaparak; bardağı, nelerin etkileyebildiğine bakarız. Örneğin çekiçle vurunca kırılıyor mu? Havada bırakınca yere düşüyor mu? Düşüyorsa, neden düşüyor! Düşünce kırılıyor mu? Kırılıyorsa, niçin kırılıyor? Fırına konulursa, kaç dereceye kadar dayanır? Soğutulursa, kaç derecede çatlar patlar? vs vs vs.

İşte standart model, bilim insanlarının,yüzyıllar boyu evren ile ilgili merak edip; sorup, araştırdıkları soruların yanıtlarını bir arada tutan bir kitap gibidir. Aslına bakarsanız, Elma ağacının altında otururken, Newton'un kafasına düşen elma ile başlamış bilimsel öyküler kitabıdır diyebiliriz. Her bir bölüm bir önceki ve diğer bölümlerle uyumlu olmak zorundadır ve şimdilik öyledir.

Gelelim, geçen sohbette bahsettiğim hipotez, teori ve kural kavramlarının iç içe geçmiş anlamlarına..
Hipotez, bir anlamda günümüz politikacılarının ortaya attıkları uçuk-kaçık düşünceler gibidir. Tek farkı, politikacı bilmeden sallar; bilim adamı düşünerek sallar. Hipotez, matematik olarak tanımlanabilir bir tutarlılığa ulaştığında; ve standart modelin önceki bölümleriyle uyumluysa adına teori deriz. Ne zaman ki, birçok farklı deneyde öngörülmüş aynı sonuçları alırız; işte o durumda, adına kural, bilimsel gerçeklik (fizik kanunu) denilir. Eğer deneysel sonuçlar, beklenilen sonuçlardan farklılık gösterirse; matematik yapısında değişiklik yapılarak, deneysel sonuçlara uydurulur. Böylece tekrar tekrar test edilerek, doğruluğu sınanır. Eğer öngörülen her şartta aynı doğru sonuçları üretebiliyorsa; kalıcı olarak standart model için kanunlaşır. Örneğin, yer çekimini göremezsiniz. Fakat neden olduğu sonuçlardan, yer çekiminin varlığını anlarsınız. Cam bardağın havada asılı olarak durmadığını gördüğünüzde ya da bir kayanın üzerinden kendinizi suya bırakıp düştüğünüzü fark ettiğinizde; buna neyin neden olduğunu araştırır ve sonuçta yer çekimini bulursunuz. Ardından çok daha karmaşık yüzlerce test yaparak; yer çekimini ölçümler ve kanıtlarsınız.

Bilimsel düşünme demek, evrende, doğada var olan ve kendini tekrar eden olaylara dayanarak veya bilimsel gerçeklik kazanmış kuramları kullanarak, deneysel olarak test edilebilir tutarlı düşünceler üretmek demektir. Örneğin, genel alışkanlık üzerine, bir tartışma içinde ilgili konunun/düşüncenin doğruluğunu/haklılığını kanıtlamak için mantıksal nedenlere dayanılır ve tarihsel bir takım olaylar ilgili düşünceye uydurulmaya, kanıt gösterilmeye çalışılır. Bu bakış açısı bilimsel bir bakış açısı değildir. Ve dolayısıyla bilimsel düşünme içine dahil olmaz. Daha çok, birey kendini haklı çıkarmak için dans etmektedir. Bilimsel düşünebilmek için öncelikle bilgiye ihtiyacınız vardır. Öyle oradan bir tutam nane, buradan bir tutam zencefil katarak bilimsel çorbayı yapamazsınız. Adam gibi oturup okumanız, anlayıp, öğrenmeniz gereklidir. Neyse fazla uzatmadan, kaldığımız yerden devam edelim.

Mikrobun (mikroorganizmanın) varlığını Hollandalı bilim adamı Antonie Van Leewenhoek sayesinde 16.yy'da öğrendik. Atom'un varlığını ise Niels Bohr ve öldürücü derecede radyoaktif olduğunu ise Marie Curie sayesinde 20.yy başlarında öğrendik. Buna paralel olarak, kısa bir süre öncesinde Wilhelm Röntgen sayesinde X ışınlarını ve bedenimizin iç yapısını gözlemlemeyi öğrendik. Bunlar gibi binlerce bilim adamı çeşitli konularda hayatlarını ortaya koyarak çalışmışlar ve insanlığa katkılar sağlamışlardır. Bilimsel çalışmaların gündelik hayatımıza kattığı sayısız miktarda buluş ve çalışma vardır. Sırası geldikçe ara ara pratikte neyi nasıl kullandığımıza da değineceğim.

(Peki ama mikrop nereden konuya bulaştı diye düşünebilirsiniz! Ya da mikropluk yapma da diyebilirsiniz. Aslında bundaki amacım, hayatımızı etkileyen en küçük parçacıklara örnek verirken, algısal olarak farkındalık sağlamaktır. Atomun gündelik yaşantımızda ne önemi var diye düşünmemeniz; aksine mikrop gibi yaşantımızın tam da içinde olduğunu hissedebilmeniz içindir.)

Marie Curie, radyoaktiviteyi bulmakla birlikte; yaptığı yüzlerce deney nedeniyle aşırı miktarda radyasyona maruz kaldığı için kan kanseri olarak hayata gözlerini yummuştur. Bir anlamda, bilim ve bizler için hayatını feda etmiştir.

Burada bir es vererek, ilk yazıda bahsettiğim; Nükleer santraller için İsviçre'de yapılan halk oylamasına atıfta bulunmak istiyorum. Nükleer santraller, elektrik üretmek için yoğun radyoaktif elementler kullanır. Radyoaktif elementler yoğun miktarda radyasyon yayarlar. Radyasyona maruz kalan tüm canlı organizmaların hücre yapısı bozulur; diğer bir deyişle hücre yapısı çöker ve bu durum ölümlerine neden olur. Ayrıca, aşırı derecede sıcak oldukları için, kontrol altında tutulabilmeleri için soğutulmaları gerekir. Bu nedenle deniz ya da nehir kıyılarına kurulurlar. Dolayısıyla, soğutma amaçlı kullanılan suya radyasyon yüklenir. Bu da kuruldukları bölgedeki deniz veya nehir suyunun radyoaktif hale gelmesine neden olur. Başlarda az olan radyoaktif miktar zamanla artar. Deniz- Nehir tabanı radyoaktiviteyi emer (absorbe eder) vs vs. Tehlike bu kadar basit değildir. Çünkü radyoaktif elementlerin elektrik üretimi için işlenmesi sonucu kullanılamayan veya ekonomik olmayan miktarı, radyoaktif çöp (atık) olarak bir yerde saklanmalıdır. Açıkta bırakılamaz. Çünkü çevresindeki her şeyi zamanla öldürür. Bu nedenle gömülmesi yoluna gidilir. Fakat radyoaktif atık zamanla artar. Böylece Norveç-İsveç-Finlandiya ortak çalışması sonucu dünyanın en derin ve en büyük tünelleri kazılmaya başlanmıştır. İsmi "Onkalo"dur; anlamı mağara, çukur demektir. Ancak anlamı biraz zorlarsak 'mezar' anlamına da ulaşabiliriz. 2033 yılında kazımı tamamlanacak ve 100bin yıl boyunca radyoaktif atıkları saklayacaktır. (100bin'i bırakın, 1000 yıl sonra mağara girişine; "tehlikeli alan", uzak durun tabelaları üzerinde yazan dili anlayan birileri olacak mı belli değil. Bazıları herhalde anlarız derler. Peki, mısır yazısını okuyabiliyor musunuz sevgili arkadaşım! Sayılı bilim adamı dışında antik çağlardan kalan yazıtları okumayı sökebilen var mı?)


      

İsviçre'nin bir onkalo'su yoktur. Aslında hiçbir yerde başka bir onkalo mevcut değildir. Ayrıca radyoaktif atıkların bir arada yığın oluşturmaları durumunda, ne tip tehlikelere neden olabileceğinin %100 olasılıkta ön görülmesi mümkün değildir. Aslında burada biraz latife yapıyorum; bilimde %100 olasılık diye bir şey zaten yoktur; fakat yine de toprakta ve yer üstünde, bırakın 100bin yılı ön görmeyi belki 50 ya da 100 yıl sonra ne tip deformasyonlara neden olabileceğini kimse bilmiyor! Çünkü fizikte 4 ana kuvvetin içinde (ki bunlar Yer Çekimi, Elektromanyetizma, Zayıf ve Güçlü Nükleer kuvvetlerdir) zayıf nükleer kuvvetin, atom çekirdeği üzerindeki kararsızlığa neyin neden olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Tepkimeye uğradıktan sonra yarı kararlı halde yani kararsız halde bırakılan radyoaktif elementlerin neden olabileceği sorunları ön göremiyoruz diyerek bu bölümdeki konumuzu tamamlamak istiyorum.

Anlatmaya başlayınca, susmak bilmiyorum. Fakat inanın ki anlatacak o kadar çok şey var ki; bazen aklım oradan oraya gezinip acaba şundan da mı bahsetsem; cümle arasına sıkıştırsam diye beni zorlayıp duruyor. Biraz daldan dala hoplayıp zıplıyorsam; kusuruma bakmayın.

Devam edeceğiz... ama aklımda bir soru var. Acaba biraz sıkıcı olmayı göze alıp, bir sonraki bölümde ilkokul fiziğinden biraz bahsetsem mi? Okul yıllarından anımsayacağınız itme-çekme kuvvetleri, vektörel kuvvet, havuzun dibine delik açarsak dolar mı problemleri, bir araba v hızında giderken, vq hızında ama ters yönde uçan bir kargaya ne olur, kaldırgaçlar, indirgeçler, makaralar falan filan...
aslında pek emin değilim. Çünkü bu tip konular günümüzde zaten her an bizimle birlikte olduklarından belki de zaman kaybı olabilir mi?

Bu sohbetin üzerine bir kahve iyi gider sanırım...
Şimdilik hoşçakalın.