Thursday 31 March 2016

Mutluluk nedir?


İnsanlara mutluluk nedir diye soruyorum. Kategori olarak, çocuk (0-15), genç(16-35), orta yaşlı(36-50), yaşlı(51-80), bekar ve evli grupların verdikleri yanıtları birlikte irdeleyelim.

Çocuklara göre mutluluk. Oyuncak, hafta sonları daha çok arkadaşlarıyla oynamak, arkadaşlarıyla eğlenmek, daha az ödev. Ayrılık yaşamış ailelerde, anne veya babasının geri gelmesi. 

Genç grubundakilerle, Orta yaş grubundakilerin mutluluk anlayışında benzerlikler göze çarpıyor. Daha iyi bir yaşam standardı, daha yüksek gelir, iyi bir evlilik, araba, daha iyi yerde ev, Avrupa özlemi veya gezisi, az sorun, az dert mutluluk olarak algılanıyor.  Bunun yanı sıra, eş veya sevgilisinden ayrılarak sorunlar yaşamış olanlarda, daha iyi bir yaşam anlayışının içinde, daha sevgi dolu, anlayışlı bir eş algısı mevcut. Hastalık yaşamış olanların ise, tanımlarına sağlıklı yaşamayı eklediklerini dinliyorum. Bekar olanların kimisi müzmin bekar olarak yaşamanın asıl mutluluk olduğunu; kimisi ise, iyi bir evlilik beklentisinde olduklarını ancak henüz öyle biriyle tanışmadıklarını anlatıyorlar.

Yaşlılar için mutluluk ise, tek kelimeyle önce sağlık. Sonra ise çocuklarının ilgisini özlüyorlar. İlgilenilmek ve yok sayılmamak aksine anımsanmak, ziyaret edilmek, aranıp, sorulmak istediklerini anlıyorum. Elbette insan hangi yaşta olursa olsun, mutluluk kavramı için tanımlamayı düşünmese bile değerli, önemli olduğunu, sevildiğini hissetmeye ihtiyaç duyuyor. Birinin size "iyi ki varsın" demesi kendinizi iyi hissetmenizi sağlar.

Mutluluğu ütopik faktörlere bağlı olarak algılayanlar olduğu gibi, anlık sevinçleri mutluluk olarak tanımlayanları da mevcut. Örneğin, mutluluğu tüm dünyadaki silahların ve savaşların tamamen bitmesine bağlayanlar ya da hiç aç kalmadığı gün mutlu yaşayabilirim diyenler var. Bunun yanı sıra, sevdiğim bir arkadaşımı gördüğümde mutlu olurum ya da hiç beklemediğim anda para çıkarsa mutlu olurum, şu an istediğim yemeği yiyorum ve mutluyum diyenlere rastlıyorum. (yemek sonrası, çok lezzetliydi ama fazla yedim; off midem iyi değil, şimdi mutsuzum diyenleri de var)

Çok primitif anlık bakışı bir kenara bırakacak olursak; bu küçük araştırmadan elde ettiğim veriler doğrultusunda, insanların beklentilerinin karşılanmasının kendilerini mutlu edeceğine inandıklarını görüyorum. Başka bir deyişle, araştırma sonucunun ortaya koyduğu tanım : "beklentinin karşılanması mutluluktur".
Beklenti ise, insanların yaşamlarında eksik olduğunu hissettikleri olgulardır. Çocukların oyuncak, daha çok oyun veya anne,babalarını özlemeleri, onların yaşamlarında eksikliğini hissettikleri olgulara işaret ediyor. Keza, daha yüksek gelir, az gelirli biri için hayati öneme sahip olurken; hali hazırda yaşama standardı ortalama veya ortalamanın üzerini yakalamış kişiler için ise, özlem ve açlık olarak tarif edilebilir. Açlık dürtüsü, toplumun veya çevresel kaynakların beslediği bir fenomendir. İyi bir araca sahip olduğu halde daha lüks veya kendi tanımına göre daha iyisini isteyen birey için, açlık dürtüsü daha yoğundur. Temel ihtiyaçlar (yeme-içme-barınma-korunma) eşiğinde veya henüz bu eşiği aşamamış bireyler için beklentinin gerçekçi olmadığını söylemek mümkün değildir.

Toplumda, mutluluk anlayışının beklentilerin karşılanması ile doğru orantılı bir algı olsa dahi, ABD ve Avrupa kaynaklı yapılan gelir-mutluluk korelasyon araştırmalarının ortaya koyduğu gerçek, bu durumun doğru orantılı olarak artmadığını göstermiştir. 1973-2003 yılları arasında yapılan araştırmaların 40000 USD/Yıl - 2015 verilerine göre 75000 USD/Yıl arasında değişim göstermesine karşın, bu eşiğin aşılması mutluluk, stressiz bir yaşam anlamına gelmediği tespit edilmiştir. (http://eprints.qut.edu.au/30738/1/30738_final.pdf , http://www.uvm.edu/~pdodds/research/papers/others/2001/easterlin2001a.pdf)

Eğer mutluluk tarifiniz daha iyi bir yaşam standardı, maddi faktörlere veya gelire bağlı ise; bu tanımın tam olarak doğru veya gerçekçi olduğu söylenemez. Öte yandan, mutluluk anlayışının bir veya birkaç beklentiye bağlanarak tanımlanması ise; o beklentilerin karşılanması durumunda tekrar düşüşe geçeceğinin doğru olarak anlaşılması gerekir. Temel ihtiyaçlar eşiğini hariç tutarak, beklentilerin karşılanmasına bağlanan mutluluk anlayışının, bireyi mutsuzluk algısına dürtüleyeceğini söylemek zorundayım. Her insan daha iyi standartlarda yaşamak isteyebilir. Elbette herkesin buna hakkı vardır. Her insanın beklentileri olabilir ve bu beklentilerini karşılamak için planlar yapabilir, çaba harcayabilir. Elbette herkesin buna da hakkı vardır. Daha güvende, daha iyi demokratik şartlarda, daha iyi standartlarda yaşama kavuşma isteğinin mutluluk olarak tarif edilmesi doğru bir bakış açısı mıdır? (http://sites.psu.edu/tetirclblog/2015/10/12/the-correlation-between-democracy-and-happiness/ , https://www3.nd.edu/~adutt/activities/documents/InglehartHappinessandDemocracy1.pdf , http://folk.uio.no/carlhk/publications/SWB.pdf ) Avrupa ve ABD Üniversite kaynaklı verilere göre Demokrasi ve Mutluluk arasındaki korelasyonun doğru orantılı olduğunu göstermektedir. Ancak bu verilere daha geniş açıdan bakabilmek için Rusya, Çin, Küba, Suudi Arabistan, Fas, Katar, Brunei, Umman, Vatikan, Kamboçya, K.Kore, Fiji, Türkmenistan, Vietnam kaynaklı araştırmaların da değerlendirilmesi gerekmesine karşın, bu verilere rastlayamadığımı ifade etmek isterim.  Çünkü demokrasi ve mutluluk arasında doğru orantı olduğunu kabul edecek olursak; dünya üzerinde diğer sistemlerde yaşayan insanların hepsinin mutsuz olduklarını varsaymamız gerekecektir. Ki bu da, ciddi bir nüfusun, neredeyse dünya nüfusunun 2/3'nün mutsuz yaşadığı anlamına gelir. Şahsen, demokrasinin mutluluk üzerinde etkisi olduğunu düşünmemle birlikte, diğer sistemlerde yaşayan insanların tamamen mutsuz oldukları varsayımını ön görmüyorum.

Mutluluk nedir sorusunu, yalnızca beklentilerin karşılanması,siyasal faktörler olarak yanıtlayamayız. Siyasal, çevresel ve yaşamsal standardın mutluluk üzerinde payı olmadığını da söyleyemeyiz. Fakat tüm bunların ötesinde sağlık olmadan mutluluğun yaşanamayacağı da bir gerçektir. Belki de mutluluk çiçekler içinde küçücük bir evde çorbasını pişirip-içebilen sağlıklı insanın hissettiğidir. 

Sağlık ve mutlulukla kalın.

Wednesday 30 March 2016

Acısıyla baş eden adam - ek


Eğer konuya sosyal psikoloji yerine bireysel psikolojik hastalıklar açısından bakacak olursak; şizofreniyi hariç tutarak birçok hastalık, korku ve sorunun çözümlenebileceğini söylemek mümkün. Son bölümü tamamlarken profesyonel destek almaktan çekinilmemesi gerektiğini vurgulamıştım. Konunun uzmanlarının desteği ve izlenecek doğru yöntemler ile birçok psikolojik rahatsızlığın çözümlenmesi mümkün.

Bazı psikolojik rahatsızlıklar kalıtsal ya da biyolojik sebeplere dayanıyor olabilir. Bazıları ise yaşanılan dönemdeki dış etkenlerin kalkması ile kendiliğinden geçebilir. Kimi durumda rahatsızlık, çocuk yaşlardan gelebileceği gibi gençlik dönemlerinde yaşanmış olan ve kontrolünüz dışındaki sorun ve korkulara uzanabilir. Köken sorun tespit edildiğinde sorunun çözümü mümkün olacaktır. Semptomlar hastalığın ya da rahatsızlığın tespitinde yardımcı olur. Daha önce bahsettiğim DSM prosedürleri bu semptomların analizinde kullanılan bir tekniktir.

Öte yandan her insanın psikolojik rahatsızlıkları olabilir. Buradaki kritik nokta, bu rahatsızlığın farkında olmasanız bile sizi etkilemesi ve çevrenizdeki diğer insanların hayatlarını zorlaştırmasına bağlıdır. Eğer böyle bir etki yoksa, psikolojik sorunun bir hastalık olduğu düşünülmemelidir. Fakat yine de bazı rahatsızlıklar gizli seyredebilir; sizinle birlikte yaşayan insanlar tarafından kolayca tespit edilemeyebilir. Örneğin bipolar rahatsızlıkların ve özellikle tip II'nin tespiti çok dikkatli bir gözlemci veya bir psikolog tarafından fark edilebilir. Keza histrionik bozukluğun tespiti de aynı derece kolay değildir. Fakat tekrar vurgulamam gerekirse, profesyonel destek ile çözümlenebilir.

Sevgi eksikliği bireysel olduğu kadar toplumsal bir sorundur. Nedeni ise, insanların sevmeyi bildiklerini sanmalarından kaynaklanır. Sevmeyi öğrenmek ve insanın kendisini sevgiye açması birçok rahatsızlığın hafiflemesini sağlayacağı gibi tedavi sürecine olumlu katkı yapacaktır. Birey önce kendini sevmekle sevgiyi öğrenmeye başlamalıdır. İçsel çatışmaların hafiflemesinin başlama noktası kabul edilmelidir. Sevgi, bireyin içinde yaşatacağı hayali bir duygudan çok, duygunun, algı ve davranışa dönüşmesi halidir. Örnek vermek gerekirse, çocuğunuzu veya eşinizi çok sevdiğinizi söyleyebilirsiniz. Ancak çocuğunuz veya eşiniz kelimelerden çok davranış ve tutumunuzdan bu duygunuzu hissedip, algılayabilecektir. Sevdiğinizi söylemenize karşın, olumsuz tutum ve davranışlarınızın sevgi olarak algılanıp, hissedilmesi mümkün değildir. Kendinize karşı da aynı yöntemi kullanmalısınız.


Her insanın olabileceği gibi benimde bazı psikolojik sorunlarım var. Başlıcaları şunlar. Kapıyı kilitledim mi, ocağı kapattım mı, ışıkları söndürdüm mü, arabanın farlarını kapattım mı diye iki kez kontrol ederim. Hintlilerle beş yıl çalışıp, Hindistan'da kaldıktan ve oradan dizanteri kapıp döndükten sonra, bir de hastalık takıntım ortaya çıktı. Asansörün düğmelerine anahtarımla basıyorum ve mutlaka eve gelince ya da biriyle tokalaşınca ellerimi yıkıyorum. Bunların dışında örneğin iki bisikletim, iki arabam olamaz. İkincisi bende huzursuzluk yaratıyor. Bir sevgilim varsa ikincisi ya da evli olduğumda bir ilişkim olamaz; elime yüzüme bulaştırırım. Zaten olmasın, etik bulmuyorum. Evli insanların kaçamak yapıp başka partnerleri ile cinsel ilişki kurduklarını bir çok kez dinlemişimdir; ancak ben ölsem yapamam. Yapmaya kalksam kesin öyle bir karmaşaya düşerim ki sokaktaki tanımadığım insan bile mutlaka anlar. Ayrıca zaten iğrenç derecede etiksiz bulurum bu davranışı ki o dinlediğim insanları da bir şekilde eleştirmişimdir. Bir işi yaparken, tam , eksiksiz ve doğru şekilde yapma takıntım da vardır. Örneğin söz verdiğimde tutmamak beni derinden rahatsız eder. Halen tutamamış olduğum bir sözüm beni rahatsız etmeye devam ediyor. Tüm bunların nedeni, etik kısmını şimdilik bir kenara bırakacak olursak; obsesyon, yani takıntıdır. Buradaki ince nokta şu ki, eğer takıntılar hayatımı çekilmez derecede zorlaştırırlarsa işte o durumda obsesyon hastası duruma gelmişim demektir. Ama baş edebildiğiniz sürece ve hayatınızı karartma noktasına gelmemişse, bazen olması iyidir. Elbette aldatma konusunu kesinlikle hariç tutuyorum.


Öte yandan yükseklik korkum vardır. Arabayla dik bir uçurumun yanından geçmek zorunda kaldığımda bütün dikkatimi yola veririm. Ve mümkünse yüksek bir binada pencereden aşağıya bakmamaya çalışırım. Uzaklara, manzaraya bakmayı tercih ederim. Boğaziçi köprüsü tamiratında bir saha görevi almam mümkün olamaz. Fakat, zaten işimin gerekliliklerinde böyle bir zorunluluğum yok çok şükür. Eh tabi yamaç paraşütcülüğü ya da dağcılık gibi aktiviteler de yapamam ama çok büyük kayıp sayılmaz. Çünkü bu aktivitelere hiç ilgim olmadı. Uçakla seyahat etmek hiç sorun olmazken, yüksek bir binanın en üst katındaki balkona çıkamam.


Fakat bu obsesif sorunlara ve akrofobime karşın hayatımı olumsuz etkileyen ciddi sayılabilecek bir sorun yaşamadığımı söylemeliyim. Öte yandan başka bir obsesif sorun ise, gündelik malzemeleri yedekli almamdır. Şampuan, makarna, tıraş köpüğü, sabun gibi şeyleri alırken, hep bir yedeğini alırım. Elbette bu da obsesif bir sorun ama bütçemi batıracak şeyler için böyle bir yönelimim yok. 


Sonuç olarak yaşamda herkesin obsesif ya da fobik (korku) sorunları olabilir. Bunlar hayatlarınızı çekilmez derecede etkilemiyor ve baş edebiliyorsanız hastalık olarak kabul etmemelisiniz ki bu durumlarda literatür olarak da hastalık kabul edilmezler. 

Sağlıkla ve bilimle kalın..

Monday 28 March 2016

Acısıyla baş eden adam - IV

Yazının içinde seçtiğim fotoğrafların bir fikir verdiğini umuyorum. Toplumsal yapının, bireyin kişiliğini, davranışlarını, algısını, ön yargısı, uyumu, yaşama biçimi, düşünce şekli, inançları gibi bireyi tanımlayan tüm öğrenilmiş özelliklerini biçimlendirdiğini anlıyoruz.  Buna örnek vermek gerekirse, insanları genelde ulusları, bölgeleri ve hatta ilçeleri ya da köyleri ile tanımlarız. Onlar da kendilerini yaşadıkları bölge ile tanımlarlar. Avrupalı, Orta Doğulu, Uzak doğulu ifadelerinin, bazı ülke ya da gruplarda farklı olsa dahi ortak bir algısı vardır. Sizce bir Japon ya da Çinli nasıl biridir denildiğinde, insanların orada hiç yaşamış ya da bir Çinliyle hiç tanışmamış olmasına karşın tanımlama yaptıklarını görürsünüz. Örneğin, İngilizlerin günümüzde bir çoğunun Venedik'i ziyaret etmemiş olmalarına karşın Vedenik ile ilgili toplumsal bir algıları vardır. Venedik, hayat kadınlarının en yoğun olduğu ve para karşılığı kolaylıkla seks yaşayabilecekleri ve aynı zamanda çok kirli bir şehirdir. Yine bir İngiliz için Fransız, Fransız için bir İngiliz'in sevimsiz bir algısı vardır. Fransızları tanımadıkları halde kolayca aşağılayabilirler. Bu ve benzeri örnekler o kadar çoktur ki burada sayarak tamamlamanın imkanı yok. Bunun anlamı, toplumsal ön yargının birey tarafından kanıksanmış, düşünce ve davranışa dönüşmüş halidir. Kendi ülkemizden bilirsiniz ki fıkralara, ata sözlerine kadar varmıştır. Örnek olması bakımından, Kayseri, Karaman, İzmir, Tekirdağ, Karadeniz, Yunanistan vs. Öte yandan, o bölge ya da şehirde doğup, yaşayan insanların ortak özellik gösterdiklerini gözlemleriz. 

Metropollerden bahsettiğimizde gözlenen durumun farklılık gösterdiğini gözlemleriz. Çok farklı şehir, bölge ve ülkelerden gelerek bir araya toplanmış insan kalabalığının insan olma özelliğini daha fazla yitirdiğini gözlemleriz. Kalabalığa uyum sağlamış, birbirini tanımayan, önemsemeyen, değer vermeyen; metropolün kurallarına kendini bırakmış kalabalığı görürüz. Ortak amaç, daha iyi şartlarda,  daha fazla korunarak, daha iyi yerde ve daha sorunsuz yaşamaktır. Detaylara girdiğimizde amaçlar, ortak özellikler elbette bu kadar dar değildir. Örneğin, engelliler için yapılmış bir metro asansörüne binmeye çalışan bir engelliye izin vermeden, önüne geçmeye çalışan; ya da kalabalığın en yoğun olduğu bir ilçede, yere düşmüş, zor durumundaki bir kişiye yardım etmeyi düşünmeden yanından geçip giden insan kalabalığına şahit olursunuz. Kayıt edilen ilk olay 1950 yılında New York'ta yaşanmıştır. Dış ülkelerden ve ülkenin birçok yerinden New York'a daha iyi kazanmak ve yaşamak amacıyla taşınan insanlar, metropolü oluşturmuşlardır. Çok daireli bir apartmanda yaşayan bir kadına bıçaklı bir saldırı gerçekleşir. Kadın tüm gücüyle bağırıp, yardım ister. Kırk kişi olayı görür, fakat hiç biri karışmaz. Yalnızca bir kişi polisi arar. Kadın bıçaklı saldırı sonucu ölmüştür. Polisin yaptığı araştırmada, olaya tanık olanların olduğu ve fakat yardım etmeyi düşünmedikleri kayıt edilir. Yine tanık olsam yine karışmazdım anlayışı hakimdir. Bu benzeri konularda, kimse üzerine alınmayacağı gibi yapılan araştırmalarda bireylerin sorumluluk ya da etik bir eksiklik hissetmedikleri tespit edilmiştir. Sürü psikolojisini daha birçok alanda gözlemlersiniz. Turistik turlar, festivaller, bisiklet turları sürü psikolojisinin en bariz örneklerindendir.

Her birey doğumundan başlayarak öğrendiği edinim ve deneyimleri hafızasında biriktirerek kişiliğine yansıtır. Kişilik, bireyin kendini korumak, savunmak üzere geliştirdiği davranış özelliğidir. Bunun yanı sıra yedi cücelerdeki gibi insanların çekingen, salak, huysuz, mutlu, uykucu, utangaç, meraklı, aceleci, dağınık, dikkatsiz ya da sempatik, sevimli olduklarını gözlemleriz. Bu davranışsal özelliğe neden olan iki fenomen vardır. Birincisi, toplum içinde nasıl hareket etmesini, kendini nasıl kabul ettireceğini öğrenen birey, o karakterin tiyatral özelliğini kendi benliğine giydirir, benimser. İkinci neden ise, kalıtsal özelliklerden yani dna yapısından veya altı yaşına kadar rol model aldığı bireyden gelmektedir. Bireyin bu kalıtsal özellik üzerinde belirleyici bir rolü yoktur. Huysuz ve sinirli birinin kalıtsal özelliğinden ya da rol modelinden gelmekte olduğu tespit edilmiştir. Başka bir deyişle, ya temporal lob'dan kaynaklanan bir durumdur ya da rol model etkisidir. Sempatik, sevimli, güleç yüzlü insanların sağlıklı ve iyi birer birey olduklarını sanmamıza karşın gündelik yaşamlarında istatistiksel olarak bu verinin çok doğru olmağını aksine farklı karakter özellikleri gösterdiklerini izleriz. Sempatik, sevimli, güleç yüzlü, sıcak kanlı davranmalarının temel nedeni, kendilerini toplum içinde kabul ettirebilmek için seçtikleri rol ya da başka bir deyişle büründükleri karakterin tiyatral özelliğinin sergilenmesidir.

Yaşamınızda biriktirdiğiniz korkulara dikkat ediniz kişiliğinizi oluştururlar. Gerektiğinde profesyonel psikolojik destek almak utanılacak bir şey değildir. Yalnızca sağlıklı bireyler mutlu yaşarlar.

Öte yandan toplum içinde daha çok insan olarak kalmaya özen gösterin. Farkındalığınızı arttırın. Her zaman yapamasanız da, bazen sürüden ayrılın. Yalnız olmak, kendi kişilik ve kalıtsal özelliklerinizi anlamanıza; sürü içinde hangi rolün kostümünü giydiğinizi fark etmenize yardım eder. Her insan ölmek üzereyken, farkında olmadan en çok insan olamamış olmaktan yakınır.

Bilimle kalın, aydınlık yaşayın.

Ek olarak aşağıda bırakacağım linklerden dissosiyatif bozukluklar hakkında bilgi toplayabilirsiniz.
http://www.psikolojik.gen.tr/kisilik-bolunmesi.html
https://tr.wikipedia.org/wiki/Dissosiyatif_bozukluklar

** Unutulmamalıdır ki verilen örnekler yalnızca bilgi amaçlıdır. Kişi veya kurumlara bağlanamaz.

Küçük Notlar

Bir kumru eşini kaybettiğinde, ölünceye dek yeni bir eş aramaz. Artık öttüğünü bile duymazsınız. Yuvası olarak kabul ettiği yerde, konduğu yeri bile değiştirmeden yani daha önce eşinin yanında durduğu yeri bile değiştirmeden ölünceye dek tek başına yaşar. Yalnızca yiyecek aramak için gidip, akşamları geri döner; tek başına orada öylece oturur. Sadakat böyle bir şeydir.

İyi bir şey yapın. Sevdiğiniz kişiyi ya da eşinizi suçlamayın. Aksine yanında olduğunuzu hissettirin.

Sevgi denen şey, laflarla yaşanmaz. Davranışlarla yaşanır, yaşatılır.

Bir çift. Erkek diyor ki, kendimce sevmeme bile izin vermedi. Kadın, sokaktaki köpekler bile bana daha sevecen davranıyor. Soru: kendince sevmek? Yanıt: Aptal yerine koyup, kullanmak.

Bir eş diyor ki, seni tersledim, kötü davrandım, aldattım. Sen hissettin, fark edip beni yakaladın. Özür dilerim. Sonra bir kez daha yapar ve yine özür diler. Soru: buradaki özrün anlamı nedir? Bir sonrakinde daha ustaca aldatacağım mıdır? İlk iki seferinde başarısız oldum mudur?

Özür, davranışın hatalı olduğunu kabul etme, pişmanlık duyma ve seni tekrar üzmeyeceğim, bana bir şans daha ver demektir. Aksi halde, seni kullanmaya devam edeceğim, seni aptal yerine koyuyorum demektir.

Hayatta ne için dua edip, neyi dilediğine çok dikkat etmeli insan. Fazla hayal keseye de, kalbe de zarar..

Empati, kişinin karşısındaki canlıyla kendisini eşitlemesi, kendini onun yerine koyabilme halidir. Böylece onu anlayabilir, hissedebilirsiniz. Çünkü Empati, yalnızca insanlar arası duygu durum paylaşım hali değildir. Tüm canlıları kapsar.

İnsanların topçu, şarkıcı veya siyasetçiyle ilgilendiği kadar bilim insanlarıyla ilgilendiği gün yeni bir çağ başlayacak..

Sevdiklerinizin kıymetini bilin.
Uyuyup uyanamamak var
Uyanıp bulamamak var
Ansızın bir bombanın gürültüsünde
sonsuzluğa karışmak var.

İnsanların iki yüzlülüğünü, uçkura düşkünlüğünü anlatan bir roman yazmaya niyetlensem 36 cilde sığdıramazdım..

Kesinlikle yanlış çağdayım.. 10000 yıl sonra insanların onurlu olmayı öğrendikleri bir çağda doğmalıydım..

Sevgi, eylem ve davranışlara yansıyan bir duygudur. Diğer bir deyişle, eylem ve davranışlarla ifade edilen bir duygu durumudur. Bireyin içinde yaşayıp, kendine saklayabileceği bir şey değildir. Sevgi, eylem ve davranışlara yansımıyorsa mevcut değildir. Psikolojik tanımlamalarda, aynı zamanda saygı (respect) ile birlikte tanımlanır. Bu da şu anlama gelir. Sevgi, eylem ve davranışlarla ifade edilen; saygı içeren bir duygu ve davranış biçimidir. Akademik kaynaklarda sorumluluk ile birlikte tanımlanmıştır. Türkçede aşk diye ifade edilen yani passion-tutku ile karıştırılmamalıdır.

İnsanın gelişmesi sonlu bir süreç değildir. Oysa ki çevresel faktörlerin insanın kişiliği üzerinde önemli etkisi vardır. Az gelişmiş veya kötü karakterli arkadaşlarının etkisi yadsınamayacak derecede önemlidir. Buradan sürekli akan olumsuz etki, kişinin gelişmesine ket vuracağı gibi, farkına bile varmadan olumsuz bir kişiliğe doğru kaymasına neden olabilir. Seçeceğiniz arkadaşlara, kuracağınız dostluklara dikkat ediniz. Etik değerler, bilimsel ve hümanist gelişmişlik kadar önemlidir.

Zannedilir ki kadın bitti deyince biter. Halbu ki işin aslı böyle değildir. Bir ilişkiye adım atan, seçen, başlamasını sağlayan ve kendini seçtiren erkektir. Kadının rolü, ilişki başladığında başlar. Eğer yeterince analitik bir araştırma yaparsanız; aslında ilişkiyi sonlandıranın erkek olduğunu bulacaksınız. Kadının, ilişkiyi yeniden başlatma şansı yoktur. Gitmesinin, kalmasının bir fonksiyonu yok. Yalnızca tamamen bitmeden önce, sürdürme yolları arama olanağı vardır. Farklı kültürlerde, farklı örnek modeller olsa dahi, ülkemiz kültüründe erkek bitti deyince bitiyor. Erkek vazgeçince ilişki tamamlanıyor. Acı ama gerçek ! 

Benim için en değerli insan, dünyadaki tüm diğer insanlardan daha değerli ve önemli olduğumu hissettiren insandır. Beni, hayatının merkezine koyabilen ve asla başka bir şeyle değişmeyen insandır. Açık fikirli, etik değerleri sağlam, benimle birlikte öğrenmeye açık insandır. Sevmeyi öğrenmiş insandır. Mutluluğunu, beni mutlu etmeye senkronize etmiş insandır. Yanında huzurla kendim olabildiğim insandır.

Saturday 26 March 2016

Acısıyla baş eden adam - III

Konumuza birkaç örnek ve deney ile devam edelim. Belki biraz karışık gittiğimi düşünüyor olabilirsiniz ancak garanti ederim ki sonuçta herşey birbirine bağlanacak ve sizlere anlatmak istediğimi tam olarak anlatabilmiş olduğumu hissediyor olacaksınız.

Evet şimdi; conformity (uyum-söz dinleme-kalabalığı taklit etme) konusuna geçmeden önce bir iki temel bilgi daha vermek istiyorum. İnsanlar genelde bir sorunla karşılaştıklarında ve başarısız olduklarında şartları ve diğer insanları suçlama eğilimi gösterirler. Örneğin sınavdan kalan bir öğrenci; sınav şartlarının iyi olmadığından, soruların çok zor ya da yanlış olduğundan veya kötü düzenlenmiş olduğundan yakınır. Bu durum hatayı kendinde arama yerine karşı tarafı suçlayarak, kendini iyi hissetme yoludur. Depresyon halindeki insanlar, genelde sorunda kendi paylarının olduğunu kabul ederler. Psikologların sorunu çözmek için izledikleri yol ise, kendilerini suçlamak yerine karşı tarafı veya şartları suçlamalarını düşünmelerini sağlayarak depresyondan çıkmalarını sağlamak olur. Gerçekte durum böyle olmayabilir. Fakat izlenmesi gereken bir prosedür vardır. DSM (Tanı ölçütleri veya Mental bozuklukların tanısal ve istatistiksel kitabı). Bir önceki bölümde bipolar bozukluğu olan kişi ile ilgili bir deneyimden söz etmiştim. Sonrasında da, bunun benim için bir işkence olduğundan yakınmıştım. Bende kalıcı korku bıraktığını anlatmıştım. Bu örneğe geri dönecek olursak; bipolar sorunu olan kişinin kendini iyi hissetmek için beni suçlaması normal bir tepkiydi. Böylece kendini iyi hissetmeye ve depresyondan hipomani durumuna geçme eğilimi gösteriyordu. Bu durumun oluşmasında benim bir fonksiyonum olmamasına karşın, onun bu eğilimini kabul ederek, iyi hissetmesinin doğru olduğunu bilmeme rağmen, bireysel olarak dengeleyici bir yaklaşım göstermek yerine zaman zaman üzerimde biriken suçlamanın ve saldırının ağır duygusunu, konuyu dağıtarak ya da tepki vererek dağıtmaya çabalıyordum. Bütün bu deneyimin verdiği sonuç şudur ki; insanın kendi iyi hissetmesi için karşısındakinin kötü hissetmesine aldırmamasıdır. O da zaten aldırmıyordu.. Fakat buradaki kritik nokta şuydu ki; kendisini iyi hissetmesi, benim kendimi ne kadar kötü hissetmeme bağlıydı. Ben ne kadar kötü hissedersem, tersine O kendisini o kadar iyi hissediyordu. Buradaki tanı, bipolar bozukluğu aşan bir durumdu. Kimi zaman bir problem başka problemlerin oluşmasına neden olabilir. Bu örnekteki sadizm duyguları, depresyon ve farklı kişiliklerin oluşmasına neden olan örneklemelerle ortaya çıkıyordu. Asıl enteresan olanı ise, Histrionik özellikler göstermesiydi. Yalan ve aldatma konusunda çok zeki ve çok başarılı olması psychopathic özellikleri öne çıkarıyordu. Sizden açıkça bir şey istemeden, davranışlarınızı o yöne kanalize etmesi ve ardından her seferinde sizden hiçbir şey talep etmediği halde, sizin kendi isteğinizle yaptığınızı vurgulaması tipik özellik olarak ortaya çıkıyordu. Eğer işine gelmeyen durum ve davranışlarınız olursa, sizi önce geçmişiniz ile suçlayıp; ardından sizi derinden üzeceğini anladığı detayları kullanmayı seviyordu. Bunlarla birlikte seyreden ben merkezcilik ve bitmeyen cinsel ihtiyaçlarını rastgele kişilerle karşılama eğilimi, beni babası ile olan iletişimini düşündürmeye yönlendiriyordu. Genelde ergenlik dönemlerinde rastlanan ve orta yaşta sıklıkla görülmeyen bir durumdur. Eğer birey, babası ile olan sorunlarını halen üzerinde aktif olarak taşıyorsa; görülebileceğini düşünmek gerekir. Ön yargı-suçlama ve tanı (tanımlama) arasındaki farkları anlamak için bilgi ve deneyimin gerekli olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Milgram deneyinde bir otorite vardır. Otorite, içeride sorgulanan kişiye her yanlış cevabı için artan miktarda elektrik şoku vermesini emreder. Deneye katılanların %65'i içerideki kişinin çığlıklarına aldırmadan elektrik şokunun derecesini arttırmışlardır. Deneyden sonra kendilerine sorulduğunda, yine büyük bir çoğunluğu suçluluk hissetmediklerini söylemişlerdir. Başarılı olduklarını ve emirleri tam olarak yerine getirmenin memnuniyeti yaşamaktadırlar.

Zimbardo'nun Standford deneyini dahil, tüm benzeri deneyleri içine katarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki; insanlar karşılaştıkları şartlar karşısında, ortama uyum (conformity) sağlama yolunu seçmektedirler. Bunun yanlış veya doğru olması önemli değildir. Yanlış veya saçma olsa bile, bir otoritenin emri olsun ya da olmasın uyum sağlamayı ve karşısındaki insanın ne hissedeceği ya da acı çekip, çekmemesiyle ilgilenmediklerini göstermiştir. Etik açıdan sorgulandıklarında ise, yaptıklarının doğru olduğuna inandıklarını gözlemleriz.

İnsan, sosyal bir canlı olduğundan, birey olarak tek başına var olma şansına sahip değildir. Örneğin hiç birimiz ebeveyn, akraba ya da belirli kurumlar tarafından yetiştirilmeden toplum içinde olgun ya da yetişkin olmamaktayız. Bu gerçek ise, her insanın sosyal şatlar tarafından biçimlendirildiğini, temel, kalıcı bilgilerinin, uyum yeteneğinin daha küçük yaşlarda kendisine verildiğini kanıtlamaktadır. Birey bu öğretiden dışarı çıkmaz. Gerçek ve doğru olarak benimsediği bu yolu takip eder. Ergenlik döneminde yaşadığı toplum ve şartlara tepki gösterse ve ben farkılıyım, sürüden değilim dışa vurumunu giyinimi, dinlediği müzik ve davranışlarıyla dışa vursa da, kısa bir zaman sonra uyum sağlaması gerektiğini anlar. Çünkü toplumdan dışlanmaktan korkmaktadır. Amigdalanın işini iyi yaptığını bu noktada da görürüz. 

Oysa, insanlar kendi kişiliklerinden bahsederler. Bu noktada şu soruyu tekrarlayarak, konu üzerinde düşünmenizi umuyorum. Topluma uyum sağlama ihtiyacı duymadan, sosyal kuralları, temel öğretileri sorgulayarak, kendi kişiliğinizi (öğrenimlerinizi- davranışlarınızı) yeniden tanımlayabilir misiniz? Bugün kişiliğinizi oluşturan toplumun ortak, temel öğretileri yanlış ise, toplumdan dışlanma ve yalnız kalmayı göze alabilir misiniz? Herkes yanlış ve siz doğru iseniz, yine de toplum içinde bunu söyleme cesareti gösterebilir misiniz?

Siz bunları düşünürken, ben yapılan deneylerden çıkan sonuçları sizlerle paylaşayım. Sonuç %99.9 Hayır! %0.01 ise genelde yalnız yaşayan çok özel insanlar ve çoğunlukla bilim adamları ya da filozoflar arasından çıkmıştır.

Gelecek bölümde yine bazı temel bilgiler verdikten sonra (Ash paradigması vb.); konuyu tamamlayacağım. Sosyal psikolojinin ve problemlerde suçlamanın, başarılı durumlarda ise ben başardım düşünce yapısında var olan toplumun, olgunluk yaşını da tartışmadan edemeyeceğim sanırım. Şimdilik hoşçakalın..


** ismini saydığım deneyleri youtube'da bulabilirsiniz. İzlemenizi öneririm.
** Unutulmamalıdır ki verilen örnekler yalnızca bilgi amaçlıdır. Kişi veya kurumlara bağlanamaz.

Friday 25 March 2016

Acısıyla baş eden adam - II

Her insanın hayatta korkuları vardır. Savaş, açlık, ölüm, hastalık, acı çekmek, parasız kalmak, yalnız kalmak ve bunun gibi bir çok konu korkuya neden olabilir. Bunların hepsi hayatının bir döneminde yaşadığı deneyimlerin episodik ve semantik yani dekleratif hafızasına kayıt edilmiş zorluk ve acılarla dolu anılarını anlatır.

Hiç bilmediğim bir ülkede haftalarca aç kaldım. Günde birkaç bisküvi ve birkaç yudum su ile idare etmem gerekti. Parasız kaldığım zamanlar oldu. Uzunca bir dönemdi. Ancak hiç birinde ne korku ne de yılmışlık hissettim. Bu şartlarla karşılaştığımda dayanma gücümün arttığını ve sorunu çözmek için çözümler aradığımı ve mücadeleyi bir gün olsun bırakmadığımı anımsıyorum. Tek başıma ağır hastalık ve ameliyatlar geçirdiğim zamanlarda yılmadım ya da korkmadım. Tersine kendimi güçlü ve şartlara adapte etmeye hazır olduğumu anımsıyorum. Fakat üç buçuk ya da dört yıl kadar sürekli yaşadığım işkence bende ciddi korku bıraktı. Bu psikolojik bir işkenceydi. Arada fiziksel tarafları da vardı ama daha çok psikolojikti. Hayatımın ilk anımsadığım günlerinden bu yaşıma kadar bende korku bırakacak herhangi bir olay ya da durum anımsamıyorum. Bende bıraktığı herhangi bir iz de yok. Ancak şu işkenceye geri dönecek olursak; aynısını yeniden yaşamaktan ciddi anlamda korkuyorum. Bir kaç kez ölmeyi bile dileyecek derecede direncimin ve yaşama olan bağımın kırıldığını tap taze, canlı olarak anımsayabiliyorum. Tam bitti, geçti; iyileşti dediğim anda yeniden başlıyordu. Dönem dönem şiddeti yoğunlaşarak sürerken; geçti, nefes alıyorum dediğim anda tüm gücüyle tekrar ettirilmesi çözüm yolu üretme ve aklımı verimli kullanmama engel oluyordu. İyileşme sandığım dönemlerin aslında mani dönemleri olduğunu önceleri anlayamamıştım. Bu süreci yıllarca yaşamak durumunda kaldığınızda tüm direnciniz kırılıyor. Bir boşluk bulup,  nefes alıp ayağa kalkıp direncinizi geri kazanmanıza imkan bulamadığınızda ya da durumdan kurtulamadığınızda; ki buna birçok koşul neden olabiliyor; yaşama isteğinizi yitirmeye başlıyorsunuz. Kendinizi koruyacak yollar arıyorsunuz ve kimi zaman işe yarıyor ama kimi zaman başarısız kalıyorsunuz. Kaçıp kurtulamadığınızda içinizdeki bir noktaya sığınıp dayanmaya ve bir çözüm üretmeye çabalıyorsunuz. Ki içe dönme ve çözüm üretmeye çalışma nedir bu konunun detayına da ileride gireceğim.

Bu noktada şunu ayrıntıyı not düşmeliyim ki bir bireyin sağlıklı olması tamamen beyinsel ve bedensel yapısının sağlıklı olmasına bağlıdır. Mutluluk kavramının detayına daha ileride detaylı gireceğim ancak mutluluk da sağlıklı olmaya bağlı bir duygu durumudur diye belirtmeden geçmemiş olayım.

Kaçıp kurtulamamak ise size küçüklüğünüzden itibaren öğretilen ve dna kodunuz gibi içinize yerleştirilmiş (prosedürel hafızanıza), size verilen eğitime bağlıdır. Basit bir örnek vermek gerekirse; ayakkabı bağcıklarını bağlarsınız ama nasıl bağladığınızı bilmezsiniz. Nasıl bağladığınızı anlatmak durumunda kaldığınızda anlatamazsınız. Kendinizin nasıl yaptığını adım adım izleyerek gösterebilir, anlatabilirsiniz ki o durumda bile adımları karıştırabilirsiniz. İşte bu bilgi, bireyin prosedürel hafızasına çocuk yaşlarda kayıt edilmiştir ve değiştirilmesi en zor kayıt grubundandır. Zor durumdaki birine yardım etme, sırtını dönüp kaçmama, sorunla karşılaştığında yılmadan yapılması gerekenleri yapma ve bunun gibi birçok özellik (procedure) ve yetenek (skill) prosedürel hafızanıza kayıt edilmiş olabilir.

Bu kişiyle yaşadığım örnekte, bireyin önceleri sorununun ne olduğunu tanımlamakta başarısız olmama rağmen daha sonraları ileri safhada bipolar bozukluğu ile seyreden psikopatik kişilik bozukluğu ve saldırgan manik depresif ataklarına maruz kalmam olduğunu tanımlayabildim. Kaçıp kurtulamamamın ise, tamamen kendimin istemsiz olarak dayanıp yardım etmeye çabalamaktan başka bir şey olmadığını fark etmem gerekti. Bunun yanı sıra sevgi ve empati sonucu duyduğum acıma duygularımın sabırlı olarak sürdürmeme neden olduğunu da çözümledim. Fakat yardım yolu bulamamak ve maruz kaldığım işkencenin yaşam direncimi kırması; artık ona katılmaktan (ki bu da empatinin üst düzeyidir) vazgeçmem gerektiğini düşünmeme neden oldu. Böylece ona katılmaktan vazgeçip kendi yoluna gitmesine izin vermek zorunda kaldım. Bu deneyimin bende korku bırakmasını beklemiyordum. Ancak her canlı, dna kod seviyesinde hayatta kalmaya programlıdır. Yaşamın ilk amaç ve nedeni yaşamı sürdürmektir.

İnsan hafızası tekil değildir. Birden fazla hafıza kaynaklarımız vardır. Temelde ikiye ayrılır. Dekleratif ve Dekleratif olmayan (non-dekleratif). Bunlara ek olarak bir de çalışan hafızaya (working memory) sahibiz. Dekleratif hafızamız, uzun süreli anı ve bilgilerimizi sakladığımız hafıza tipidir. Kendimizi, çevremizi bu veri ve bilgilerle tanımlarız. Kim olduğumuzu, nerede ve hangi zaman sürecinde olduğumuzu anlayıp, ifade etmemizi sağlar. Dekleratif olmayan hafızamız ise, temel yeteneklerimizin kayıt edildiği kollara ayrılır. Örneğin, yemek pişirmek, ayakkabı bağcıklarını bağlamak, piyano, gitar çalmak, tornavida ile vida sıkmak, oturup, kalkmak, yürümek, adım atmak, koşmak, bisiklete binmek, yazı yazmak, okumak, çatak-bıçak-kaşık kullanmak, kaşınmak, yıkanmak ve bunun gibi bir dizi öğrenilmiş veya doğuştan gelen (dna) yeteneği ifade eder.  Örneğin doğuştan gelen (dna) ve öğretilmeyen yeteneklerden bahsedecek olursak şunları örnek verebilirim. Yeni doğan bir bebek, nefes almayı, annesini emmeyi, yutkunmayı, tuvaletini yapmayı, öksürmeyi, hapşurmayı, ağlamayı, gözlerini, kollarını, ellerini, ayaklarını, boynunu hareket ettirmeyi bilir. Zaten yeni doğmuş bir bebeğe bu ve benzerlerini öğretmenin bir yolu yoktur. 

Kişilik ve sosyal psikoloji üzerine tartışmaya bu noktadan devam edelim. Henry M. epilepsi (sara) hastası Kanada vatandaşı biridir. Günde ortalama 10-11 kez sara atakları geçirmektedir. Evinden dışarı çıkmaktan korkmakta ve yaşamını evinde sürdürmektedir. Bir çözüm üretmeye çalışan doktorlar sonunda hipokampus (hippocampus)'un cerahi yolla alınması ile bu sorunun çözülebileceği kanısına varırlar.  Fakat sonuçları hakkında aslında detaylı bir araştırmaları yoktur. Hastayı neyin beklediği tam olarak bilinmemektedir. Yine de epilepsi sorunun ortadan kalkacağını net olarak beklerler. Cerrahi girişim sonucunda hipokampus başarılı bir şekilde çıkarılmıştır. Hastanın epilepsi sorunu ortadan kalmış olmasına karşın, kim olduğunu ve nerede olduğunu anımsamamaktadır. Amnezi (hafıza kaybı) ile karşı karşıyadır. Bu örnek tıp tarihine geçmiştir. Hipokampus'un dekleratif hafıza kayıtlarımızı sakladığını ve amigdala ile ortaklaşa çalıştıkları anlaşılmıştır. Amigdala tüm ihtiyaç duyduğu veriye buradan erişmektedir. Yapılan bir dizi test sonucunda farklı bir takım sonuçlara da ulaşılır. Dekleratif hafızası sağlıklı olan bireylerin aynada yansıtılan bir yıldız resmini kopyalamaları istendiğinde; birkaç deneme sonucunda doğru açıda kopyalamayı öğrenip başardıkları görülürken; Henry M. diğer bireylerden çok daha hızlı olarak öğrenmekte ve yıldızı kopyalamaktadır. Fakat kendisine dün yaptığın denemeden bile hızlıydın denildiğinde; dün nerede olduğunu veya ne yaptığını ya da çizdiği resmi anımsamamaktadır. Buna benzer farklı örnekler var ancak burada hepsini sıralayıp sıkıcı olmak istemem. Fakat bu örnek ve testlerin ulaştığı sonucu vermekle bu detayı tamamlamak istiyorum. Uzun dönemli hafıza yitirildiğinde, kim, nerede, ne zaman sorularının yanıtlarının alınamaması, dekleratif hafızamızın görevinin kim ve nerede olduğumuzu anımsamak dışında zamandaki yerimizi veya başka bir deyişle zaman akşını doğru anlamamızı sağladığı anlaşılmıştır.

Bu noktada amigdalanın fonksiyonundan kısaca bahsedeyim. Amigdala, bireyin tehlikelerden korunması ve yaşamını sürdürmesi için yaşamı boyunca uzun dönemli hafızada biriktirdiği gerekli veriye ulaşarak, bireyin korunma içgüdüsü oluşturmasını sağlar. Örneğin, hipokampüsü alınmış ya da amnezi geçiren birini, birkaç dakika sonra patlamak üzere olan bir bombanın yanına bıraktığınızda, birey kaçıp, kedini koruyacak önlemler almak yerine sakince bombanın yanında oturmaktadır. Çünkü dekleratif hafızasında bombanın ne olduğu ve geri sayan saatin sıfırlandığında ne olacağına dair bir anı ya da bilgiyi anımsamadığı için; amigdala böyle bir veriye ulaşamayacağından herhangi bir tepki oluşturmayacaktır. Bu nedenle birey sakince bombanın yanında oturur. Çok şükür ki bu yalnızca bir testtir. Birey ölmeyecektir.



** Unutulmamalıdır ki verilen örnekler yalnızca bilgi amaçlıdır. Kişi veya kurumlara bağlanamaz.

Bipolar Bozukluk

http://www.cnnturk.com/saglik/iyilesmeyen-depresyonun-nedeni-biopolar-bozukluk-olabilir?page=2


Sık sık tekrar eden depresyonlar yaşıyorsanız bipolar bozukluk ya da diğer adıyla manik depresif hastalık hastası olabilirsiniz.

Gündelik hayatı ve sosyal ilişkileri en çok etkileyen rahatsızlıklardan biri olan bipolar bozukluk hastalarının %80’i hastalık belirtilerinden dolayı sosyal ilişkilerinde sorun yaşıyor. Bu sorun ilişkide çatışma ya da ilişkiyi bırakma olabileceği gibi bazen mani (yükselme) döneminde ani ve gelişigüzel evlilik kararı vermeye kadar da varabiliyor. US Psikiyatri Enstitüsü’nden Psikiyatrist Dr. Hakan Karaş, bipolar bozukluk hakkında bilgi verdi.

Hastalığın depresyon döneminde kişi kendini aşırı çökkün hisseder. Enerjisi çok düşüktür ve hiçbir şeye karşı ilgi duymaz. Normalde keyif aldığı etkinlikler ona cazip gelmez. Ümitsizlik, çaresizlik ve değersizlik düşünceleri zihninde dolaşıp durur. Bipolar Bozukluktaki depresyonun klasik depresyondan farkı antidepresanların işe yaramaması hatta bazen durumu kötüleştirmesidir. Antidepresan almanıza rağmen bir türlü iyileşmeyen ya da sık sık tekrar eden depresyon dönemleri yaşıyorsanız Bipolar Bozukluk Tip II ya da ‘soft’ bipolar bozukluktan muzdarip olabilirsiniz.

Bipolar Tip 2 hastaları tip 1 hastalarından farklı olarak tam bir mani dönemi geçirmediklerinden, hastalıklarının kişinin kendisi ve yakınları tarafından tanınması zordur. Bu kişiler, yoğun depresyon dönemlerinin ve kaygılı dönemlerin yanı sıra yükselmiş enerji ve dürtüsel davranışları içeren hipomani dönemleri geçirirler. Hipomani dönemlerinde huy değişiklikleri fark edilse de bu durum insanlar tarafından pek bilinmediği için bir hastalık olarak algılanmaz. Dolayısıyla bu kişiler daha önce yaşamış oldukları depresyon nedeniyle verilen antidepresanlarla yanlış biçimde tedavi edilmeye, çoğu kez de tedavisiz kalmaya devam ederler.

Mani döneminde kişi kendini aşırı mutlu, coşkulu veya sinirli hisseder. Engellendiğinde veya hesabına gelmeyen durumlarda aşırı ve öfkeli tepkiler verebilir. Az uykuya ihtiyaç duyar fakat buna rağmen aşırı enerjili olur. Düşünceleri çok hızlanmıştır ve çoğunlukla buna bağlı olarak da fazla konuşur. Bu dönemlerde sıklıkla kişi kendini diğerlerinden üstün, çok önemli biri olarak görür. Mani döneminde kişi, sonuçlarını düşünmeden radikal kararlar alabilir. Örneğin; hiç düşünmediği halde, normalde istemeyeceği biriyle hızlıca evlenme kararı alabilir. Veya yüklü miktarlarda kredi çekip hiç anlamadığı bir iş için risklerini düşünmeden yatırım yapabilir. Özellikle bu dönemlerde kişi alkol veya madde kullanımına yönelebilir. Bipolar bozukluğu olan kişilerin önemli bir kısmında alkol ve madde bağımlılığı görülür. 

Ayrıca mani ya da hipomani dönemlerinde kişi sonuçlarını düşünmeden dürtüsel davranmaya meyilli olur. Bunun sık gözlendiği alanlardan biri de cinselliktir. Bu dönemlerde kişi normalde yapmayacağı ayartıcı davranışlarda bulunabilir veya gelişigüzel cinsel ilişkiler yaşamak isteyebilir.


Bazı kişilerin mani dönemlerinde hezeyan veya halüsinasyon yaşantıları olabilir. Gerçekte olmayan kişilerin görüntülerini görüp bunlarla konuşabilir veya olmayan kişilerin seslerini duyup bunlara karşılık verebilir. Mani dönemlerinde halüsinasyonlar genellikle hayatta olan veya yaşamayan çok önemli kimselerle ilgilidir. Bunun yanı sıra; kişi kendini çok önemli bir dini figür, bir devlet adamı, ünlü bir şarkıcı veya oyuncu zannedebilir. Bazen kendisine çok önemli kurumlardan mesajlar geldiği şeklinde hezeyanlı inanışları olabilir. Bunlardan açık biçimde söz ediyorsa yakınları fark edebilir. Fakat bunları açığa vurmuyorsa fark edilmeyebilirler.

Hastalığın yükselme dönemlerinde dürtüselliğin artmasının bir sonucu da kişilerin bütçelerini göz önüne almadan fazla miktarda harcamalar yapmasıdır. Bu harcamalar kişinin işine yaramayacağı şeylerle ilişkili olabilir. Örneğin: kişi hiç kullanmayacağı bol miktarda giysi alabilir. Veya sırf görüntüsü hoşuna gittiği için kendisiyle hiç ilgisi olmayan özel işlerde kullanılan makineler veya cihazlar alabilir. Ya da aynı eşyadan birkaç adet satın alabilir. Nasıl ödeyeceğini hiç düşünmeden ve endişelenmeden kredi kartlarının limitlerini sonuna kadar kullanıp, üstüne bir de zevk için harcama yapmak üzere bankalardan kredi çekebilir. İşte bu yüzden özellikle tedavi edilmeyen Bipolar Bozukluğu olan kişiler ciddi ölçüde maddi sıkıntılar yaşayabilirler.

Bipolar Bozukluğu olan kişiler yükselmeler (mani) ve çöküşler arasında gelgitler yaşarlar. Hem mani hem depresyon dönemleri haftalar ya da aylar boyu sürebilir. Klasik depresyonda uygulanan antidepresan ilaçlar burada tek başına işe yaramadığı gibi manik döneme kaymaya ve hastalığın alevlenmesine neden olabilir. Sırf bu yüzden bile depresyonda olduğunu düşünen birinin psikiyatriste başvurmadan, kendi başına antidepresan kullanması oldukça risklidir. 


Tedavi edilmeyen bipolar bozuklukta yaş ilerledikçe hastalık dönemlerinin sıklığı artar. Tedaviye başlandıktan sonra ise ataklar ya çok azalır ya da bir daha hiç yaşanmaz. Tedaviye rağmen ortaya çıktığında ise bu duygu durum atakları genellikle öncekilerden daha hafif biçimde yaşanır. Psikiyatrist ile işbirliğinin iyi olduğu bipolar bozukluk hastalarında atak ortaya çıksa bile hızlı müdahale imkanı olduğundan daha hastalık tablosu oturmadan tedavi edilme imkanı vardır. Unutulmaması gereken şey; bipolar bozukluğun bir psikiyatrik rahatsızlık olduğu ve tedavisinin bir psikiyatrist tarafından sürdürülmesi gerektiğidir. Antidepresanlar bu hastalıkta asla tek başına kullanılmaz. Hastanın durumuna ve hastalığın özelliklerine bağlı olarak genellikle duygudurum dengeleyici ilaçlar, antipsikotik ilaçlar, bazen de benzodiazepin grubu ilaçlar kullanılır. İlaçların yeterli olmadığı ya da hızlı iyileşme gereken durumlarda ise beyin uyarım yöntemleri kullanılabilmektedir.


Diğer Referenslar :
http://www.mayoclinic.org/diseases-conditions/bipolar-disorder/basics/symptoms/con-20027544

https://www.nimh.nih.gov/health/topics/bipolar-disorder/index.shtml

http://psychcentral.com/lib/the-causes-of-bipolar-disorder-manic-depression/

https://www.researchgate.net/profile/Eric_Youngstrom/publication/7369119_Comparing_diagnostic_checklists_for_pediatric_bipolar_disorder_in_academic_and_community_mental_health_settings/links/09e4150741b311f112000000.pdf

https://msrc.fsu.edu/system/files/Cross%20National%20Epidemiology%20of%20Major%20Depression%20and%20Bipolar%20Disorder.pdf

Nasıl yardım edebilirsiniz :
https://www.cmha.ca/mental_health/facts-about-depression-and-bipolar-disorder/

http://www.rcpsych.ac.uk/healthadvice/problemsdisorders/bipolardisorder.aspx


Wednesday 23 March 2016

Acısıyla baş eden adam..


Bazı insanlar su gibi şeffaftır. İçi dışı bir olduğu kadar gizlisi saklısı, sırları yoktur. Bu bir seçimden ziyade daha çok oluş halidir. Düşünceleri, acıları, mutlulukları olduğu gibi apaçıktır. Ortadadır. Hiçbir durumda saklanma gereği ya da gizleme ihtiyacı duymaz. Kendi kişiliği ve yaşadığı evrenle tam bir barış halindedir. Kimilerine göre bu durum yanlıştır. İnsan, gizlenip saklanmalı, maske takmalıdır. Kendini korumak için böyle yapmalıdır. Ama ne adına ve ne için koruduğunu bilmemektedir. Bastırdığı duyguları ve içinde gizlendiği yer onu karanlığa ittiğinin ve güçlü görünmek için kendisine zarar verdiğinin farkında değildir. Saklanma ve maske kullanmayı yıllar içinde alışkanlık haline getirir. Güçlü görünmek ve acıdan ya da acınılmaktan çekindiği için böyle yapmaya devam eder. Neşeli görüp, gülücükler dağıtıp, acısını ardına gizlediği kahkahalarla yaşar. Tüm bunların birikimleri ne yazık ki kendi zihninde birikerek, kendi kişiliğine zarar verir. Nevrotik kişilik bozuklukları, kişilik bölünmeleri böyle başlar. Ve sonunda kendisiyle kavga eden, anlaşamayan birine dönüşür. Ya da farkına varmadan asker gibi sert bir mizaca sahip olur ki, aşırı disiplinin dengesini bozan durumlarla karşılaştığında tam anlamıyla dağılır, toparlanması çok zor bir duruma girer.

Bu da bizi sosyal psikoloji, kişilik ve bilinç nedir sorularının yanıtlanmasına yönlendiriyor. Oliver Sacks ve Steve Joordans'a detayları öğrettikleri ve konu üzerinde düşünmemi sağladıkları için teşekkür borçluyum.

Kişilik, doğum öncesi başlayan, ölünceye dek süren öğrenimler sürecidir. Bu ne anlama geliyor? Yani benim bir kişiliğim yok mu? Sürekli değişiyor mu? Sorularını insanın aklına getiriyor. Kişiliğimizi belirleyen faktörler, edindiğimiz deneyim ve içselleştirdiğimiz bilgilerdir. Nerede, ne zaman ve nasıl davranacağımızı belirler. Genetik özelliklerimiz ise, kapasitemizi verir. O halde basitçe, kişiliğin sürekli gelişen dinamik bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Bir yaşta veya bir noktada durmaz. 

Bilinç, farkındalık hali olarak tanımlansa da; bilincin tam bir tanımını yapmak henüz çok mümkün olamamıştır. Çünkü, bilimsel verilerin ve tanımlamaların doktrinler arası uyumlu olmasını bekleriz. Uzun süreli ve dinamik hafızamıza kayıt ettiklerimiz ve algıladıklarımız ile var olduğumuzu ve çevremizde algıladıklarımızın varlığını tespit ettiğimizi var sayarız. Bu tanım iki durumla uyum sağlamaz. Birincisi, uyku halinde yaşadıklarımız ve fiziğin tanımlarıyla çelişir. Rüyalarda algılanan verilerin rüya halinde hissettiklerimiz olduğunu kanıtlayan fenomen gözlemcinin uyku halinde olduğumuzu gözlemesine bağlıdır. Fiziğe göre ise, gözlemcinin var olduğunu ve doğru gözlem yaptığını kanıtlayan, bir diğer gözlemcidir. Diğer gözlemcinin var olduğunu ve doğru gözlem yaptığını kanıtlayan, üçüncü gözlemcidir. Bu kural sonsuza kadar gidebilse de; pratikte sonuncu insanda biteceğinden; kanıtlanması imkansız bir durumdur. Öte yandan hafızamız bize uyku halinde görüp, hissettiklerimiz olduğunu söylese de; bu da bir kanıt olamaz. Çünkü psikoloji bilimiyle uğraşanların bildiği çok temel bir nokta vardır. Hafıza, dinamiktir ve yeniden organize edilebilir bir yapıdır. Bu nedenle hafıza verilerinin bilimsel kanıt sayılması mümkün değildir. Bu da bizi, felsefik anlamda başka bir soruya götürür. Kişiliğimizi belirleyen öğrendiklerimiz ve hafızamıza kayıt ettiklerimiz ise; ve bu veriler güvenilmez ise, bu durumda kişilik olarak neyi tanımlayabiliriz. Aslında kişilik yok mudur? Yalnızca şartlar karşısında ve çoğunlukla iç güdüsel davranışlarımız mı vardır? Hayatta kalmaya ve temel ihtiyaçlarını karşılamaya kodlanmış olmak yeterli midir? Gerisi tamamen tiyatral bir sahne midir? Kafaları daha fazla karıştırmadan; var sayılan tanımı ile bu tartışmayı burada bırakıp konumuza devam edelim.

Sosyal psikoloji, psikolog ve sosyologların ortaklaşa üzerinde çalıştıkları bir alandır. Toplumsal davranışların kökeni ve nedenini araştıran bu alan, bireysel davranışların, toplum içindeki değişimlerine ya da toplumsal davranışların, bireyin davranışları üzerindeki etkisini ölçmeye çalışırlar. Toplumsal öğrenimin, ortak - kalıplaşmış davranışlar bütününe yol açtığı açıktır. Sosyal yardım, adet, gelenek, ön yargı, söz dinleme gibi kavramların, kanunun önünde yer aldığını İngilizler çok uzun yıllar önce fark etmişler. Komiktir ki, bu nedenle kanun yazmaya gereği duymadıklarını ifade eden cümlelere rast gelirsiniz. Öte yandan sosyal psikolojinin aslında, toplum ve insan üzerinde ne derece önemli rol oynadığının kanıtıdır. Hiddet, saldırı, yardımlaşma, vatan sevgisi ve algısı, milliyet, milliyetçilik, inanç, hırsızlık, ceza, dışlama, zenginlik, yemek kültürü, giyim, ahlak ve benzeri değer ve kavramların toplumların ve dolasıyla bireylerin hayatlarını belirlediklerini ve hatta tanımladıklarını görürüz. Toplumsal belirleyicilik bireyin kişilik ve yaşamında bu denli önemli rol oynuyorsa; birey nerede sorusunu sorabilirsiniz. İşte sosyal psikolojinin de araştırdığı tam olarak budur. 

O halde başa dönelim. Bir insan kendi kişiliğini nasıl belirleyebilir? Bazı farklı bakış açısına sahip bilim insanları kişilik ve karakteri ayırma yoluna giderler. Fakat çıkmaz sokakta aynı hedefe vardıklarını biliyoruz. Bilim, test edilebilir teorilerin, deneyler, istatistik çalışmaları yoluyla kanıtlanmasıyla oluşur. Test edilemeyen teoriler, yalnızca Freud teorileri gibi havada asılı kalırlar. Akıl, bilgi, öğrenilenler, eğitim, hafıza dinamik ve toplum tarafından ve dış etkenler tarafından belirleniyorsa; kişinin kendisini izole ederek kişiliğini belirleme olasılığı var mıdır? 

Bu tartışmaya devam edeceğim ancak bu ilk yazıda, şunu sorarak tamamlamak istiyorum.
O halde kişilik, toplum, genlerimiz, dna kodu ve kapasitemiz tarafından bizden bağımsız olarak belirlenmiş ve şartlar, öğrenilenler karşısında devinimini sürdüren bir oluş hali midir?



** Unutulmamalıdır ki verilen örnekler yalnızca bilgi amaçlıdır. Kişi veya kurumlara bağlanamaz.


Monday 21 March 2016

Phantom Sendromuna yeni yaklaşımlar..


Aşağıda okuyacaklarınız Phantom Sendromu olarak bilinen hayalet uzuv sendromu üzerine geliştirilmiş çok yeni bir teoridir.

Savaşlarda uzuvlarını kaybeden insanların, yıllar sonra bile hekimlere olmayan uzuvları ile ilgili şikayetleri kayıt edilmiştir. Kimisi olmayan ayak ve bacaklarındaki ağrılardan; kimisi ise olmayan parmaklarının kaşıntı şikayetleri ile başvurmuşlardır. Bu duruma phantom sendromu denilir. Phantom ayak, phantom el gibi.. yani hayalet ayak, hayalet el..

Kendimizi ve çevremizi reseptörlerimiz ile algılarız. Örnek verecek olursak, kokuları burnumuzla algıladığımızı biliriz ancak durum biraz daha karmaşıktır. Burnumuzdaki her bir hücrenin farklı kokuları algılama özelliği vardır. Matriks olarak çalıştıklarında karmaşık kokuları yani birden fazla özelliğe sahip kokuları algılarız. Gözlerimiz ise; ışık ve renkleri algılamak üzere farklı hücrelerden oluşmuştur. Fotoreseptörler, Bipolar hücreler, Ganglion Hücreleri gibi. Örneğin Çubuk ve koni olmak üzere iki farklı fotoreseptör hücrelerimiz vardır. Fotoreseptör hücreleri görünür ışığı dalga boyuna (350-700nm) elektromanyetik spekturumdaki rengine göre elektrik enerjisine çevirir. Bu uyarı retinada yer alan ganglion hücreleri tarafından optik sinirler ile beyindeki görme merkezine (oksipital lob) ulaştırılır. Çubuk hücreleri, koni hücrelerin tersine renklere karşı duyarlı değildir. Daha az aydınlık ortamlarda görmemizi sağlarlar. Bipolar hücreleri ise göz ile beyin arasında bir tür iletişim kanalını organize eden hücrelerdir. Bunların dışında nöral hücreler tarafından doldurulmamış bölgeleri dolduran destekleyici hücreler vardır. Ayrıca tat, sıcak ve soğuk verilerini beyine ileten farklı hücrelerimiz vardır. 

Eğer reseptörümüz yoksa dış veriyi ya da ilgili organdaki veriyi beynin (parietal, oksipital, temporal, serebellum lobların) algılama imkanı yoktur.

Göz algısı uzvun olmadığını söylese bile, beyin o uzvun yerinde olduğunu varsaydığından, reseptör algısı olmadığı halde sinyal (ectopic impuls) göndermeye devam ettiğini varsayar. Bu durum tamamen beynin durumu kabul etmesi ve temporal jirus nöronlarındaki kayıtların işlenmesine bağlıdır. Ancak bundan sonra ağrı, kaşıntı şikayetleri kesilir. Bunun için uygulanan yöntemler ise çok yenidir. 2007 ve sonrasında yapılan araştırmaların sonuçları değerlendirilerek geliştirilmiş tedavi yöntemleridir. Bunların içinde en ilgili çekici olanı aylanama (mirroring) tekniğidir. Bu yöntemde kişi, sağlıklı elinin veya ayağının bir aynada hareket ettirmesi ile yansıyan görüntünün birey tarafından olmayan el veya ayağının hareketi olarak algılaması sağlanır; ancak bilinç (Frontal) seviyede o uzvun olmadığını bilmesine rağmen birey izlediği görüntünün hayalet eli veya ayağı olduğunu düşünür. Bu sürecin devam ettirilmesi sonucunda bilinç seviyesindeki bilginin parietal jiruslara kayıt edilmesi tetiklenir. Kayıt tamamlandıkan sonra phantom sendromunun ortadan kalktığı izlenmiştir.


Teori olan fenomen ise; bu tekniğin bir yakınını kaybetmiş ya da çok sevdiği, aşık olduğu eşinden, sevgilisinden ayrılmış insanlara uyarlanmasıdır.

Ölüm veya ayrılık genelde planlı bir durum değildir. İnsanların frontal lobları (ruh hali, duygusallık,bağlılık, sevgi seviyesi) veya eğitim seviyeleri farklı olabilir. Hassasiyet, duygusal zeka veya duygusal bireylerin (ki bu tanımların detaylarına burada girmeyeceğim) ayrılık veya ölümden etkilenmeleri daha fazla olur. Terk edildiklerine inanırlar. Terk edilme duygusu, durumun kabullenme aşamasını zorlaştırır. Hayatları alt üst olabilir. Bu durumun yaratacağı duygusal karmaşa ve yalnızlıkla baş edemeyebilirler. Bilinçli olmadan, ölen veya ayrıldığı kişiye karşı duydukları sevgi duygusu yerini kızgınlık, nefrete bırakabilir. Daha ileri durumda alkol vb. sorunlarının baş göstermesi olasılığı görülebilir.  

Bir yakınını kaybetmiş insanların duruma adapte olmaları yine aynı bakış açısıyla kaybedilen uzuv gibidir. Semantik hafıza durumu kavrayabilse bile jirus nöronları gibi temporal lob nöron kayıtları ve ilgili anıların kayıt edildiği episodik hafızanın yeni kayıtları kayıt etmesine bağlı olsa bile beynin yeni durumu kabul edene dek; ses, koku, yer, görüntü gibi stimuluslar nedeniyle indekslenmiş bilgiye ulaşması durdurulamaz. Bu veriler daha önce kayıt edilmiş hatıralardır. Hatıraların her seferinde tetiklenmesi kişinin, kaybını anımsamasına ve ağrı hissetmesine neden olmaya devam eder. Ciddi ayrılıklar da birey tarafından ölüm gibi algılanır. Ölen kişiye tekrar ulaşmanın bir yolu yoktur. Bazı ayrılıklarda da ayrılan kişilerin birbirlerine ulaşma imkanları yoktur. Genelde birey kendini yorma, uyku veya yerine başkasını koyma eylemine girişir. Fakat kısa dönemde bu yöntem etkili oluyormuş hissi verse bile uzun dönem çözümü oluşturmaz. Ayrıca yanlış bir yöntem olduğu tespit edilmiştir. Sorunun derinleşmesine ve farklı kişilik sorunlarının ortaya çıkmasına neden olduğu gözlenmiştir. Örneğin ayrıldığı eşinin yerine başka birini acilen koymaya çalışan bireylerin, daha başarısız bir ilişki yaşadıkları ve öz güven kaybına neden oldukları gözlenmiştir. Bireyin öz güvenini yitirmeye başlaması çok farklı kişilik - psikolojik sorunlara neden olmaktadır. Fakat psikolojik destek almayan ya da eğitimsiz bireylerin, çözümü bu yolla halledemeyeceğini anlayana dek tekrar ettikleri gözlenir. 


Çözümün ilk aşaması kabullenmedir.

Kabullenme kelime olarak basit görülse de; izlenecek yöntem ve teknikler bakımından karmaşıktır. Kalıcı bir kabullenme, altı ay ve bazı kişilerde daha uzun sürebilir. Bu dönemde eski kayıtların etkisizleştirilmesi, tetikleyici (stimuluslara) uyaranlara duyarsızlaşma zaman alıcı ve prosedür olarak tam ve doğru izlenmesi gereken bir süreçtir. Temporal nöron kayıtlarının güncellenmesi, aylanama (mirroring) tekniğinin uygulanması; içine kapanma veya duyguların bastırılmasının engellenmesi ile mümkün olabilir. Diğer bir deyişle, eski ve yeni tekniklerin birlikte kullanılması fikrine dayanmaktadır. Duygularınızdan korkmayın; açığa vurun. Gizlemeyin. Bastırmayın. Ya da yerine koyma yöntemini asla denemeyin tekniklerinin yaşanılan sorunun (ağrıların-acıların) çözümüne dair farkındalığın arttırılması yöntemine ek olarak; daha fazla tetikleyici stimulusa neden olacak mirroring yöntemi ile farkındalığın (bilinç halinin) hızlandırılması temporal seviyede - episodik - semantik kayıtların birbiriyle link veya farklı bir deyişle birbiriyle etkileşiminin arttırılması ile mümkün olabilecektir.

Öte yandan beynin bu durumu çözümlemesi oldukça karmaşıktır. Her tetiklemenin bir dizi elektriksel - kimyasal tepkimeye neden olacağından bireyin yorgun düşeceğinin ve ayrıca inançların ve semantik seviyede daha önce öğrenilmiş bilginin direnç oluşturacağı gözden kaçırılmamalıdır. Buradaki sorun, episodik hazıfaya yeni kayıtlar işlemek değil aksine semantik hafızanın tetiklenmesine bağlıdır. Anımsama-öğrenme(farkındalık) ve hafızadaki ağrılı duyguların serbest bırakılması sürecinin yorucu olabileceğinin unutulmaması gerekir.




Sunday 20 March 2016

Mülteciler ve AB ile yapılan anlaşma

BBC yi okuyorum. Manşet haberinde bizden bahsediyor. 3.3 Milyar Euro karşılığında 20 Marttan beri Yunanistan'a geçen mültecilerin topraklarımıza yollanmasından bahsediyor. Yunanlı bir yetkili Giorgos Kyristsis yalnızca bu yıl 143000 mülteci geldi ve iade edilmesi gerekiyor diyor. Avrupalı yetkililer ise Ocak 2015'ten bu yana 1 milyon mülteci avrupaya giriş yaptı ve iadesinin sağlanması için çalışmalarımızı sürdürmekteyiz demekte. Bu olanların yaratacağı sonuçları görmezden gelmek mümkün değil. Halen ülkemizde 2 milyon mülteci bulunmakta ve sayısının her geçen gün arttığını bilmemize rağmen elimiz kolumuz bağlı hiçbir şey yapamıyoruz. Yalnızca Suriyeliler gelmiyor; Afganlı, Pakistanlı ve ne olduğunu bilmediğimiz daha bir sürü insan ülkemize doluşmakta. Eğer bu anlaşmanın şartları yerine getirilecek olursa; ülkemizdeki mülteci rakamı 3 milyonu geçecek. Eğer şehirlerimizin nüfusunu değerlendirecek olursanız, üçüncü büyük ilimiz İzmir'den daha büyük bir insan kalabalığının nüfusumuza ekleneceğini görürsünüz. Üstelik bu nüfus bir şehir içinde tutulamayacak ve tüm ülkeye yayılacak.   

İlk günden itibaren, birlikte taşıdıkları hastalıklardan defalarca bahsettiğimi twitter, facebook gibi sosyal medyada bulabilirsiniz. Kontrolsüzce giriş kabul edildiklerini ve toplumumuzda yıllar öncesinde kökü kazınmış hastalıkların artış göstereceğinden dem vurduğumu bulabilirsiniz ki halen aynı fikirdeyim. Keşke yalnızca hastalıklar olsa riskimiz. Bununla kalmıyor ve kalmayacak. İşsizlik ve açlığın sebep olacağı daha bir sürü sorunla baş etmek zorunda kalacağız. 

Yaşadıkları ağır psikolojik ve sosyal sorunların yaratacağı ve zaman içinde kendini gösterecek saldırganlık ve benzeri sorunların olmayacağını söylemek imkansız. Hangisinin kökeninde hangi örgütün izlerini, ilişkilerini ya da kin taşıdığını da bilmiyoruz.  Canlı bomba olarak ya da terör eylemlerinde kullanılıp kullanılmayacaklarını da bilmiyoruz. Aç ve zor durumdaki bu insanların kullanılmayacaklarını iddia etmek de imkansız.

Lafı çok uzatmadan, diyebilirim ki artan göçmen nüfusunun sonuçları korkarım ki zaten bir türlü huzura ulaşamayan topraklarımıza yeni sorunlar getiriyor ve getirecek.

Çözümün ne olacağını düşünmemiz gerektiği ortada. İlk aklıma gelen çözüm, bu insanlar için prefabrik yeni bir şehir kurulmalı ve oraya yerleşmeleri sağlanmalı diye düşünüyorum. Böylece hem saldırı ihtimallerinden hem de salgın hastalık olasılığını bir nebze olsun indirgemiş olabiliriz. Öte yandan kendi içlerinde ticaret, hastane ve güvenlik yapıları zamanla sağlanır. Kendi fırınlarını, lokantalarını, bakkal ve avm'lerini kurarlar. Bir sonraki aşamada kendi ülkelerine dönünceye kadar bir tür olimpiyat köyü mantığında bir yerleşim neden olmasın! 

Bir sonraki aşamada ise, Suriye içinde güvenli bir bölgenin oluşturulması için çalışmaların acilen başlatılması ve eğer başarılı olabilirse; bu nüfusun en kısa zamanda o güvenli bölgeye yerleşmelerinin sağlanması gerekir.

Avrupa istemiyor, Yunanistan istemiyor; uzak doğu, ABD, Rusya istemiyor. Bizim kendimizi durduk yere daha fazla riske atmamızın nasıl bir mantığı olabilir?