Tuesday, 26 January 2016

Bir pazar günü

Günaydın aşkım, kahvaltı hazır, kahven olmak üzere seslenişiyle uyandım. O tatlı sesi, on yıldır bir gün bile değişmemişti. Yürekten gelen, huzur ve yaşam sevinciyle dolu, sevgiyle bezenmiş, sesindeki o tatlı tınıyı seviyordum. Gözlerimi açtığımda, o mavi gülümseyen gözleriyle bana bakıyor, muzur bir gülümsemeyle haydi kalk artık diyordu. Gözlerim bir an saate takıldı. Birkez bile bakışlarımı kaçırmaz, daha söylemeden, ne demek istediğimi anlardı. Saat 10 oldu bitanem deyiverdi. Bende gülümseyerek kalktım. Balkondaki çiçeklerin mis kokularına, kahvenin taze kokusu karışmıştı. Her pazar yaptığımız gibi kahvelerimizi alıp, balkonda oturduk. Havanın soğuk ya da sıcak olması fark etmezdi. Evimizin büyük ya da küçük olması; arabamızın eski ya da yeni olması; hatta ses yapıp yapmaması ya da gelir düzeyimiz; bulunduğumuz yer de fark etmezdi. Benden başka arkadaş ya da dosta ihtiyaç duymaz; mutlaka yanımda olmak ister; sol yanım olduğunu daima hissettirdi. Bu duygunun güzelliğini, insanda bıraktığı huzur ve güveni tarif edemem. Beni mutlu etmenin, onu mutlu hissettirdiğini anlamam birkaç ayımı almıştı. Derken bende aynı yolu tercih etmiştim. Birlikte aynı kitapları okur, aynı filmleri izler, aynı ezgileri çalışır, benzer tabloları yapar, aynı müziği dinler, aynı konuları araştırırdık. Keyif aldığım her şeyden keyif alıyor; merak ettiğim herşeyi onun da merak ediyor olması birlikte gelişmemizi sağlıyor; ortak konuşacak yığınla konumuz birikiyordu. Aynı yerleri gezmeyi seviyor; aynı yemekleri yemekten mutluluk duyuyorduk. Tek sorunumuz; yatağın aynı tarafında uyumayı sevmekti. Beni sol yanına almak isterdi. Ben de O'nu. Sıraya koymuştuk. Birer ay arayla değişiyorduk. Bu duyguyu bilemezsiniz. Her sabah ve her akşam o tatlı mavi gülümseyen gözlerine, narin yüzüne, biçimli minik burnuna baktıkça içim teşekkürle doluyordu. Bir gece, hiç beklemediğim bir anda, aynı cümlelerle bana aynı teşekkürü anlatıvermişti. Nasıl harika bir yürek çırpıntısıdır; tahmin edemezsiniz. İyi ki varsın, iyi ki seni bulmuşum demekten hiç vazgeçmedi. Ben de aynı sevinçle karşılık veriyordum. İyi ki birbirimizi bulduk diyebilmenin, insanda bıraktığı hafifliğini paylaşıyorduk. 

Böylece yıllar yılları kovaladı. Yıllar geçtikçe, zamanı durdurmak istiyorduk. Zaman tam o anda, ellerimizin kavuştuğu anda dursun diye dua ediyorduk. Sonsuza dek, o an olsun. Ömrüm boyunca nefret nedir bilmeden yaşamış ve kötü bir ruhtan nefreti öğrenmiştim. O kötü ruhtan öğrendiğim tek şey buydu. Daha tanışır tanışmaz, içimdeki o bana ait olmayan, zorla içime yerleştirilmiş duyguyu yakalayıvermişti. Senin benliğin o duyguya çok uzak yaratılmış deyivermişti. Nasıl, anlamadım diye karşılık vermiştim. Gülümsemiş; geçecek demişti. Ben, başımı hafifçe yana eğip; gülümsedikten sonra; elbette ama bir de neden bahsettiğini bilsem diye karşılık vermiştim. 

Daha ilk günlerde adeta ruhumun içine dalmış; bana hiçbir zaman ait olmayan, zorla, eziyetle yerleştirilmiş o nefret duygusunu yakalayıp; söküp atmıştı. Bunu nasıl yaptığını hiç bilemedim. Ama olmuştu. Geçivermişti. Benimde garip taraflarım vardı; kimsenin duymadığı sesleri duyar; kimsenin hissetmediklerini hisseder ve hatta bilirdim. O ise; görüyordu. Kimsenin görmediklerini görüyor; oraya bilinmeyen bir el ile uzanıp, dokunuyordu. 

Bir keresinde O'na telciklerden bahsetmiştim. İki insan birbirini sevdiğinde arada telcikler oluşur ve birbirlerine o telciklerle bağlanırlar diye anlatmıştım. Bu çok eski bir meksika inanışıydı ve fakat ben bunu hisseder; dahası tüm duyularımla bilirdim. Bana ne dedi biliyor musunuz? Aramızdaki şu şeffaf iplikcikleri  mi söylüyorsun deyivermişti. Gözlerim kocaman açılmış; şaşkınlık içinde ona bakıyordum. Sonra, ben 19 tane sayabildim demişti. Ne ciddi misin.. görüyor musun demiştim. evet 19 tane.. ama nasıl olabilirdi.. 19 iplikçik vardı ama nasıl görebilmişti.. dik bir uçurumdan düşmüş ya da saatte 500km ile duvara çarpmış gibi hissediyordum. Ben onun içindeki sesleri, renkleri duyabiliyor; O ise bu renkleri görebiliyordu. İki hilkat garibesi birbirimizi bulmuştuk. O an; rastgele birşey yoktur; mutlaka bir nedeni ve düzeni vardır dediğimde; evet doğru demişti. rastgele olduğu zannedilmesinin nedeni; insanların oluşu görememelerinden kaynaklanıyor diye yanıtlamıştı beni. İşte o saniye; aynı olduğumuzu anlamıştım. Aynı ruhun farklı tezahürleriydik. Çok zaman kaybettik deyiverdi bana. Çok gereksiz bekledim dedi. Benim hazır olmamı beklediğini anlamıştım. Haklıydı; çok gereksiz, saçma yönlere sapmış; gereksiz insanlarla zaman kaybetmiştim. Ama belki, bu benim gelişmem için gerekliydi diye yanıtlamak istedim ama öyle bir yanıt verdi ki; kahkaha ile gülmeye başladık. Sonra; sen zaten hazırdın; bu senin içinde ve sen istemesen de var olan birşey dedi. Sen yalnızca saçmaladın. Gereksiz yere zaman harcadın. Duyularını kapatıp; karanlıkta ışık aramaya kalktın diye yanıtladı. O karanlık ruhu kast ettiğini anlamıştım. Haklısın aslında dedim.

Kahvelerimizi bitirip; müthiş lezzetli kahvaltımızı yine balkonda yapıyorduk. Birden bana döndü ve yine muzur bir gülümsemeyle, kıkırdayarak aklıma harika bir fikir geldi deyiverdi. Ben ise; nedir anlamında başımı hafifçe eğince.. söylüyorum ama gülmek yok dedi.. peki dedim.. akşam yemeğini sinop'ta yemeğe ne dersin diye sordu.. Sinop muuuuu dedim refleksle.. evetttt dedi.. ikimizde orasını çok seviyorduk ama istanbul'dan uzaktı. Bir an düşündükten sonra evet harika bir fikir dedim; çünkü bu mevsimde sinop muhteşemdir. Bir saat içinde hazırlanmış; yola çıkmıştık bile. Yol boyunca eğlenmediğimiz, şakalaşmadığımız bir dakika bile olmadan Sinop'a varmıştık.

Şimdi Sinop'ta mangalımızı yakıyor; sandalyelerimizi açıp; pratik piknik masamızı hazırlıyorduk. Arada yine şakalaşıyor; kimi zaman fizikten matematikten kimi zaman sanattan biraz ekosistemin nasıl işlediğinden bahsedip, arada birlikte ezgiler mırıldanıyorduk. Yemeklerimiz hazır olduğunda güneşin kırmızı tayfa kayan ışınları, ufku hayranlık verecek güzellikte boyuyordu. Başını omzuma dayamış kırmızının hafifçe maviden griye kaymasını izliyorduk ki ağzıma köfteleri doldurmaya başladı.. homurdanıp ağzıma tıkma yav şunları demeye kalmadan, ben de aynısını yapmaya başlamıştım.. bir yandan boğazımıza kaçırmadan yemeye çalışırken, bir yandan da gülmeyi ihmal etmiyorduk..

Gece çökmeye başlamış.. hafif ve tatlı bir yorgunluk sarmıştı. O geceyi orada çadırımızda geçirip; sabah tan yerinin gri kızıllığında yola koyulmaya karar verip; tatlı uykumuza daldık..


iyi pazarlar.. 

No comments:

Post a Comment