Wednesday 23 March 2016

Acısıyla baş eden adam..


Bazı insanlar su gibi şeffaftır. İçi dışı bir olduğu kadar gizlisi saklısı, sırları yoktur. Bu bir seçimden ziyade daha çok oluş halidir. Düşünceleri, acıları, mutlulukları olduğu gibi apaçıktır. Ortadadır. Hiçbir durumda saklanma gereği ya da gizleme ihtiyacı duymaz. Kendi kişiliği ve yaşadığı evrenle tam bir barış halindedir. Kimilerine göre bu durum yanlıştır. İnsan, gizlenip saklanmalı, maske takmalıdır. Kendini korumak için böyle yapmalıdır. Ama ne adına ve ne için koruduğunu bilmemektedir. Bastırdığı duyguları ve içinde gizlendiği yer onu karanlığa ittiğinin ve güçlü görünmek için kendisine zarar verdiğinin farkında değildir. Saklanma ve maske kullanmayı yıllar içinde alışkanlık haline getirir. Güçlü görünmek ve acıdan ya da acınılmaktan çekindiği için böyle yapmaya devam eder. Neşeli görüp, gülücükler dağıtıp, acısını ardına gizlediği kahkahalarla yaşar. Tüm bunların birikimleri ne yazık ki kendi zihninde birikerek, kendi kişiliğine zarar verir. Nevrotik kişilik bozuklukları, kişilik bölünmeleri böyle başlar. Ve sonunda kendisiyle kavga eden, anlaşamayan birine dönüşür. Ya da farkına varmadan asker gibi sert bir mizaca sahip olur ki, aşırı disiplinin dengesini bozan durumlarla karşılaştığında tam anlamıyla dağılır, toparlanması çok zor bir duruma girer.

Bu da bizi sosyal psikoloji, kişilik ve bilinç nedir sorularının yanıtlanmasına yönlendiriyor. Oliver Sacks ve Steve Joordans'a detayları öğrettikleri ve konu üzerinde düşünmemi sağladıkları için teşekkür borçluyum.

Kişilik, doğum öncesi başlayan, ölünceye dek süren öğrenimler sürecidir. Bu ne anlama geliyor? Yani benim bir kişiliğim yok mu? Sürekli değişiyor mu? Sorularını insanın aklına getiriyor. Kişiliğimizi belirleyen faktörler, edindiğimiz deneyim ve içselleştirdiğimiz bilgilerdir. Nerede, ne zaman ve nasıl davranacağımızı belirler. Genetik özelliklerimiz ise, kapasitemizi verir. O halde basitçe, kişiliğin sürekli gelişen dinamik bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Bir yaşta veya bir noktada durmaz. 

Bilinç, farkındalık hali olarak tanımlansa da; bilincin tam bir tanımını yapmak henüz çok mümkün olamamıştır. Çünkü, bilimsel verilerin ve tanımlamaların doktrinler arası uyumlu olmasını bekleriz. Uzun süreli ve dinamik hafızamıza kayıt ettiklerimiz ve algıladıklarımız ile var olduğumuzu ve çevremizde algıladıklarımızın varlığını tespit ettiğimizi var sayarız. Bu tanım iki durumla uyum sağlamaz. Birincisi, uyku halinde yaşadıklarımız ve fiziğin tanımlarıyla çelişir. Rüyalarda algılanan verilerin rüya halinde hissettiklerimiz olduğunu kanıtlayan fenomen gözlemcinin uyku halinde olduğumuzu gözlemesine bağlıdır. Fiziğe göre ise, gözlemcinin var olduğunu ve doğru gözlem yaptığını kanıtlayan, bir diğer gözlemcidir. Diğer gözlemcinin var olduğunu ve doğru gözlem yaptığını kanıtlayan, üçüncü gözlemcidir. Bu kural sonsuza kadar gidebilse de; pratikte sonuncu insanda biteceğinden; kanıtlanması imkansız bir durumdur. Öte yandan hafızamız bize uyku halinde görüp, hissettiklerimiz olduğunu söylese de; bu da bir kanıt olamaz. Çünkü psikoloji bilimiyle uğraşanların bildiği çok temel bir nokta vardır. Hafıza, dinamiktir ve yeniden organize edilebilir bir yapıdır. Bu nedenle hafıza verilerinin bilimsel kanıt sayılması mümkün değildir. Bu da bizi, felsefik anlamda başka bir soruya götürür. Kişiliğimizi belirleyen öğrendiklerimiz ve hafızamıza kayıt ettiklerimiz ise; ve bu veriler güvenilmez ise, bu durumda kişilik olarak neyi tanımlayabiliriz. Aslında kişilik yok mudur? Yalnızca şartlar karşısında ve çoğunlukla iç güdüsel davranışlarımız mı vardır? Hayatta kalmaya ve temel ihtiyaçlarını karşılamaya kodlanmış olmak yeterli midir? Gerisi tamamen tiyatral bir sahne midir? Kafaları daha fazla karıştırmadan; var sayılan tanımı ile bu tartışmayı burada bırakıp konumuza devam edelim.

Sosyal psikoloji, psikolog ve sosyologların ortaklaşa üzerinde çalıştıkları bir alandır. Toplumsal davranışların kökeni ve nedenini araştıran bu alan, bireysel davranışların, toplum içindeki değişimlerine ya da toplumsal davranışların, bireyin davranışları üzerindeki etkisini ölçmeye çalışırlar. Toplumsal öğrenimin, ortak - kalıplaşmış davranışlar bütününe yol açtığı açıktır. Sosyal yardım, adet, gelenek, ön yargı, söz dinleme gibi kavramların, kanunun önünde yer aldığını İngilizler çok uzun yıllar önce fark etmişler. Komiktir ki, bu nedenle kanun yazmaya gereği duymadıklarını ifade eden cümlelere rast gelirsiniz. Öte yandan sosyal psikolojinin aslında, toplum ve insan üzerinde ne derece önemli rol oynadığının kanıtıdır. Hiddet, saldırı, yardımlaşma, vatan sevgisi ve algısı, milliyet, milliyetçilik, inanç, hırsızlık, ceza, dışlama, zenginlik, yemek kültürü, giyim, ahlak ve benzeri değer ve kavramların toplumların ve dolasıyla bireylerin hayatlarını belirlediklerini ve hatta tanımladıklarını görürüz. Toplumsal belirleyicilik bireyin kişilik ve yaşamında bu denli önemli rol oynuyorsa; birey nerede sorusunu sorabilirsiniz. İşte sosyal psikolojinin de araştırdığı tam olarak budur. 

O halde başa dönelim. Bir insan kendi kişiliğini nasıl belirleyebilir? Bazı farklı bakış açısına sahip bilim insanları kişilik ve karakteri ayırma yoluna giderler. Fakat çıkmaz sokakta aynı hedefe vardıklarını biliyoruz. Bilim, test edilebilir teorilerin, deneyler, istatistik çalışmaları yoluyla kanıtlanmasıyla oluşur. Test edilemeyen teoriler, yalnızca Freud teorileri gibi havada asılı kalırlar. Akıl, bilgi, öğrenilenler, eğitim, hafıza dinamik ve toplum tarafından ve dış etkenler tarafından belirleniyorsa; kişinin kendisini izole ederek kişiliğini belirleme olasılığı var mıdır? 

Bu tartışmaya devam edeceğim ancak bu ilk yazıda, şunu sorarak tamamlamak istiyorum.
O halde kişilik, toplum, genlerimiz, dna kodu ve kapasitemiz tarafından bizden bağımsız olarak belirlenmiş ve şartlar, öğrenilenler karşısında devinimini sürdüren bir oluş hali midir?



** Unutulmamalıdır ki verilen örnekler yalnızca bilgi amaçlıdır. Kişi veya kurumlara bağlanamaz.


No comments:

Post a Comment