Sunday, 30 April 2017

1 Mayıs İşçi ve Emekçi Dayanışma Günü (Bayramı!)


1 Mayıs İşçi ve emekçi dayanışma günü (bayramı!) tarihini anlatacak değilim. Merak ediyorsanız; buraya bırakacağım linklerden okursunuz.

https://tr.wikipedia.org/wiki/1_May%C4%B1s_%C4%B0%C5%9F%C3%A7i_Bayram%C4%B1
http://marksist.net/utku_kizilok/isgunu_mucadelesi_ve_1_mayis_in_dogusu.htm
http://www.ntv.com.tr/dunya/1-mayis-nasil-isci-bayrami-oldu,aVC0fKaelEiuvrkHI9v0RA

Ülkemizde 27 Nisan 2009 tarihinden bu yana resmi tatil hakkı kazanılmış olmasına karşın; bu hakkı kimler kullanıyor. Şöyle anlatayım. Beyaz yakalıların tamamı tatildir. Kurumsal fabrikalar tatildir. Resmi daire ve Bankalar tatildir. Fakat bunun dışında kalanlar için durum nedir? Hiç! Marketten, Hiper Markete, restorandan kafeteryaya, şoförden, AVM satış mağazalarına, fırından pastaneye vs vs mavi yakalı işçiler çalışırlar. Gönüllülük esasına falan da dayalı değildir. Çalışmak zorundadırlar. Eğer 1 Mayıs'da tatil hakkımız derlerse başlarına ne gelir? Oysa, beyaz yakalı birini 1 Mayıs'ta toplantıya davet edemezsiniz; çalışmasını  bekleyemezsiniz. O gün tatil der ve gider. İster küçük şirket olsun ister büyük fark etmez. Hakkını hiç sorunla karşılaşmadan kullanır. Sesini çıkaracak kimse bulamazsınız.

Elbette acil hizmet ve güvenlik görevlilerinin çalışmasını anlamak mümkün fakat; onca yıldır gelinen nokta budur! 1 mayıs bir hayaldir. İsveç ufacık bir ülkedir. Nüfusuna bakarsanız bir İstanbul kadar bile değildir. Fakat a'dan z'ye 1 mayıs hakkı herkes için eşittir. Bunu doğal karşılarlar. Kapitalist patronundan, sosyalist müdürüne dek herkes için doğal kabul edilir.

Gelelim diğer haklara. Örneğin çalışma saati, dinlenme, yıllık izin, doğum izni, ücret hakkı, grev ile ücret ve diğer çalışma haklarını talep etme vs vs Bırakalım Çin (nüfusu 1.371), Hindistan (1.311), Afrika (1.216) yani gezegenin yarısından fazlasını oluşturan bu insanların çalışma haklarından veya çalışma hakkı talep edebileceklerinden haberi bile yok. Size iki örnek vereyim. Hintlilerle çalıştığım sırada öğle yemeği zamanı gelmiş yemeğe gidiyordum. Bir baktım hiç biri kıpırdamıyor ve çalışmaya devam ediyor. 40 kişilik bir ekip. Siz neden yemeğe gitmiyorsunuz diye sordum. Sorun değil efendim yanımızda biraz yiyecek var, çalışmaya devam edebiliriz dediler. Bu sizin hakkınız dediğimde hepsi birden anlamsız bir ifadeyle yüzüme baktılar. Ben de siz bilirsiniz fakat dilerseniz haklarınızı kullanabilirsiniz dediğimde; önce bir kaçı kandırılmadıklarından emin olmak için sorular sordular. Korkacak bir şey olmadığını anlattım. Ondan sonraki 4 yıl boyunca haklarını kullandılar. Bir benzerini Afrika'da yaşadım. Onlara da öğrettim. 

Belki içinizden oraları geri kalmış ülkeler diyebilirsiniz. Düşünce torba değil ki büzesiniz; eh böyle saçma sorular da gelebilir. Tabii gelişmişlik düzeyi insan veya çalışan olma hakkını belirler değil mi! Yahu canım kardeşim. Afrika'nın balta girmemiş şehir büyüklüğünde bir kasabasında 2 adet trafik lambası vardı. Evet 2 adet. Ve araçların istinasız hepsi kırmızı ışıkta duruyor; yeşilde geçiyorlardı! Trafik kuralı sanırım vahiy ile ulaştırılmış bu az gelişmiş toplumlara ama çalışma hakları bir türlü ulaşmak bilmemiş; öyle mi?

Fransız çalışma yasasına ne diyeceksiniz o halde? Sosyal düşüncenin ve özgürlüğün beşiği değil mi!
Yasal çalışma saatini 10 saatten 12 saate çıkardılar. Haftalık çalışma süresi 35 saatten 48 saate ve en fazla haftalık mesai 60 saate çıkarıldı. Artan çalışma saatleri ücretlere yansıtılmadı. Almanya emeklilik yaşını 65'ten 67'ye yükseltti. 

Tüm dünyayı bırakın ülkemizde sigortasız ve çocuk çalışan sayısını bir zahmet araştırın!

Onun için bana işçi haklarını ya da 1 mayıs ile ilgili kazanımları anlatmayın. Londra'daki restoranlar çalışırken; Paris'teki şoförler iş başı yapmaya koşarken bana 1 mayıs'dan bahsetmeyin.

1 mayıs nedir bilir misiniz? 1 mayıs beyaz yakalıların parmaklarını kıpırdatmadan, tek kelime etmeden elde ettikleri bedava tatil günüdür. Ha bu arada ben, mavi yakalı beyaz gömlekli biriyim!

Hadi bakalım gidin 1 mayısı kutlayın!



Sunday, 23 April 2017

Olasılıklar


Yaşam, sonsuz olasılıklar bütünün olası özetidir. Biz insanlar, kaba ve kavgacı gündelik hayatlarımız için bir kavgadan, diğerine savrulurken yaşamın asıl özünün farkına varamadan ömürlerimizi tüketmeye meğilliyizdir. Her yeni günde yaptığımız seçimlerimizden veya olması gerektiği için olan acılardan bahsederiz. İyi şeyler olduğunda, olması gerektiği için yaşandı diye düşünmez, öyle tarif etmeyiz. İyi şeyler, ya mucizelerdir ya da kavgamız, çabamız sonucunda elde ettiğimiz sonuçlardır.

Eğer yazılarımı takip ediyorsanız, insanı her seferinde yerden yere vurduğumu, aşağıladığımı, hastalıklı bir ucube olarak tarif ettiğimi de bilirsiniz. Aşağılanması gereken bu yaratığın, her yeni günde Tv lerdeki haberlerde tekrar tekrar kendi aşağılıklığının sınırlarını nasıl zorladığının kanıtlarını görürsünüz. İnsan, sefil, olabildiğince riyakar, gezegen üzerindeki hiç bir canlı kadar onuru, saygıyı hak edecek tek ve kalıcı bir eyleminin olmadığı bir zavallılık, iğrençlik içinde olduğunu fark edersiniz. Yaşamın sonsuz yaratıcı olasılıklarının içinde bu derece bencil, virütik, yırtıcı, yok edici bir canlı türü ortaya çıkmamıştır. Öte yandan, aslında, insan gelişime ve biçimlenmeye en uygun türdür. Çünkü, tüm sefilliğine rağmen, kendini yeniden yapılandırabilecek yegane canlıdır. Diğer tüm canlılar, doğanın olasılık kuralları içinde muhteşem gelişimlerini yavaş fakat güvenilir şekilde tamamlarken; insan, eğitimle, düşünerek, farkındalığını arttırarak ve öğrenerek çok hızlı gelişme kapasitesine sahiptir. 

Umut denen uyuşturucu fare kapanı kimilerimizi hayallere iterek yavaşlatır. Kimilerimizin öğrenme kapasitesi neredeyse hiç yoktur. Öyle bir cahilliğin içine gömülmüşlerdir ki; onlara dair tek bir çıkış yolu dahi mevcut değildir. Kimilerimiz, ideolojiler ile beyni yıkanmış zombiler gibidir; burunlarının ucunu görmelerini beklemek olanaksızdır. Ha görseler ne olacak diyeceksiniz! Doğrudur! Bakar kör olacaklar veya gördükleri, beyinlerine kazınmış ideolojilerin halüsinasyonlarından başka bir şey olmayacaktır. Zincirin halkaları gibi nesilden nesile aktarılan bir yığın berbat özellik sürüp gidecektir. Kendini her şeyin üzerinde görenler, Tanrı rolüne bürünenler, Para ve güce tapanlar, Kan gölü yaratmaya meğilli savaş vampirleri, bencilliğin adını birey hakları ve özgürlüğü olarak görenler, hak savunucu rolüne bürünen saldırgan yırtıcılar, iyilik meleği kostümlü kan emiciler.... bu roller sonsuza dek uzayıp gider. 

Elbette, bir nefes alıp; o halde gelişme yeteneğine sahip bu canlının, nasıl gelişebileceğini sorgulamak gerektiği açıktır.  Ben farkındalık dedim. Peki de; neyin farkındalığı?  Hadi, diyelim ki; kendi gelişim yeteğinin farkına vardı... fakat bir fizikçi gözlüğüyle baktığımda öyle çok olasılık mümkün ki; bir olasılığın olasılık haline gelmesi yalnızca düşünce olarak evrende var olmasıyla mümkün değildir; kaldı ki, kendi türünün dayanak noktası, bağımlı olduğu tek gezegeni yok etmeye azimli bu canlının yeni gezegenler aramaya başlaması ise; çok ama çok daha vahim bir cahilliğin sonucudur. 

Ne anlattığımı anlamadınız değil mi!
Boşverin!







Thousands rally around the world for ‘March for Science’
https://www.theguardian.com/science/video/2017/apr/22/thousands-rally-around-the-world-for-march-for-science-video




Saturday, 15 April 2017

Siz bilmezsiniz!

İnsan bir kez doğup, bir kez toprağa gömülür
Bir kez çocuk olur
Bir kez kocamış yaşlı bir başına
Siz bilmezsiniz,
İnsan bir kez aşık olur,
Bir kez bırakır kendini azgın sulara
Bir kez açar göğsünü yakan ateşlere
Siz bilmezsiniz
bilemezsiniz,
İnsan bir kez düşer,
bir kez kalkar ayağa
Bir kez göğü görür
unutmaz ölünceye
bir kez nefretle yanar
bir kez tökezler taşlı yollarda
bir kez yalnız bir başına
Siz bilmezsiniz,
nereden bileceksiniz
İnsan bir kez güvenir
Tüm özünden soyunur aynalara

bir kez öğrenince kendini
sonsuza dek özgür!

Friday, 7 April 2017

Unuttum





Sizlere bir şeyler anlatacaktım. Hepsi aklımdaydı. Tüm sözcükler; cümleler. Renkler ve kokular. Sonra bir şey oldu ve hepsini unuttum. Uçup gittiler. İşte buraya bir çizgi çiziyorum. Görebiliyor musunuz? İşte o sizsiniz. Diğer herşey, ev, eşyalar, insanlar, çocuklar, eşler, akrabalar, arkadaşlar. O çizgi orada olduğu sürece tüm bunların bir anlamı var. Ama o çizgi silindiğinde, geriye kalan beyaz bir sayfa. Boş beyaz bir sayfa. İçinde hiç çizgi olmayan, yazılmış hiçbir şey olmayan bir sayfa. Siz kim olduğunuz bildiğiniz sürece, o çizgi orada. Aslında tam olarak öyle. Kim olduğunuzu unuttuğunuzda, artık kim olduğunuzu bilmediğinizde; geri kalan hiçbir şeyin bir anlamı kalmıyor. Önemi de kalmıyor. 

Peki ama siz kimsiniz? Sizi siz yapan nedir? Beden mi? Yani güzel bir yüz veya yakışıklı görünümüz mü? Vücudunuzun hatları mı? Yani bir kadın için, onun o olmasını sağlayan şey nedir? Güzel giyinimli olması, hoş görünmesi, güzel gözlere veya beden hatlarına sahip olması mıdır? Bir erkek için nedir? Uzun boylu, yakışıklı olması mı? Ya da gücünün göstergesi kasları, bakışları veya kabarık cüzdanı mı? Sevecen, duyarlı, sevgi dolu olması mıdır? 

Ama yarın adını bile hatırlamazsa; bir daha hiç hatırlamayacaksa? Kim olduğunu bilmiyorsa! Ağzındaki salyaları bile tutamıyor ya da gecenin bir yarısı kalkıp öylece şehrin sokaklarında yürüyüp kayboluyorsa! Sokak ortasında aniden durup pat patını yapıyorsa! Tüm bunlar o kadına veya adama oluyorsa; artık kim olduğunu bilmeden öylece bir sokak lambasının altında kıpırmadan, nereye gideceğini bilemeden dura kalıyorsa! Artık yakışıklı ve karizmatik biri midir? Ya da güzel gözlere, hoş hatlara sahip o kadını görenler için alımlı ve etkileyici bir kadın mıdır? Peki ya; tüm diğer şeyler. Yani akrabaları, çocukları, sevgilileri, aşkları, evi, eşyaları, parası ve daha neyi varsa! Tüm o diğer şeylerin nasıl bir anlamı kalmıştır. Evet, belki lüks bir hastaneye kapatırlar. Birileri altını temizler, yıkar, giydirir. Aç kalmaz. Ama aç olmak nedir, anımsar mı ki! Açlığı hisseder mi? Ya da kirli olmayı, renkleri ve kokuları. 

Şimdi o çizgiyi görebiliyor musunuz? Kalın, düz bir çizgi. İşte o sizsiniz. Aklınız! Sizi siz yapan herşeyin kayıtlı olduğu hafızanız! Tüm hayat tecrübeleriniz, kelimeleriniz, renkler, gökyüzü, çiçekler ve yapraklar. İsimlerini bilip, seslendiğiniz tüm o insanlar. Hissettikleriniz. Adına yaşam dediğiniz daha ne varsa!

Bir sabah uyandığınızda ayakkabılarınızı nasıl bağlayacağınızı unutmuşsanız. Bağcıklarınız ardınızdan sürünerek gelirken; asansörün aynasında gördüğünüz yüzü anımsayamadan; sanki bu kişiyi tanıyorum; çıkaracağım. Adı neydi? Şimdi bir şey söylemem lazım ama ne deniyordu! Ve aniden kendinizi dışarıda yağan yağmurun altında bulduğunuzda; başınızı kaldırmış öylece yağmura bakarken; diğer tüm insanların size garip gözlere bakıyor olmasının nasıl bir anlamı olacak? Üstelik yarım yamalak giyilmiş bir elbisenin altındaki ayakkabıların bağcıkları su birikintisine batmış haldeyken. 

Artık karizmatik, varlıklı, iyi kariyerli, yakışıklı değilsiniz. Garipsiniz! Kimliksiz bir hiçsiniz.
Artık güzel gözlü, hoş vücut hatlarına sahip, çekici bir hanım olmanızın hiç bir anlamı yok. Ucubesiniz! Siz siz değilseniz, yoksunuz! Siz yoksanız; diğer şeyler çoktan yok olup gitmiştir. Evet belki, hala maddesel bir şeyler var olmaya devam etse de; hiç bir anlamı yok.. 

Eğer o çizgiyi artık göremiyorsanız; çizgi silinmiştir. Geriye kalan boş beyaz bir sayfadır. Sayfaya çizgiyi çizecek, bir şeyler yazacak el gitmiştir. Yalnızca ve öylece boş bir sayfa kalmıştır. 

Eskiden çok zengin bir adam vardı. Ailesi ve bir sürü binası olan bir adam. Bir sabah uyandığında, yatağında öylece sessizce oturduğunu gören hanımı; sorar : neden kahvaltıya inmiyorsun? Adam ses çıkarmaz. Hadi kalk ve giyin. Harika bir sofra hazırlamış hizmetçi kız. Adam yine ses çıkarmaz. Ahmettttttt hadi, sana sesleniyorum diye üsteler eşi. Adam sessiz ancak garip bakışlarla hanımını süzer. Bu kadın kim? Adam yatağından bir daha kalkmaz. Doktor gelir, kontroller, testler yapılır. Amnezi - Alzheimer karışımı, sentezi yep yeni bir vakaa. Aman ne hoş! Çekmecede onlarca anahtar. Ama kimse neresinin olduğunu bilmez. Kasanın şifresi bilinmez! Banka hesaplarına ulaşmak imkansız! Şirketleriyle ilgili hiçbir işlem yapılamaz! Aile öylece ortada kalmıştır. Zenginliğin içinde beş parasız! Adam bir daha iyileşmez. Adını bile anımsayamaz.  

Hadi bakalım, şimdi bir çizgi çekin ve o çizgiyi hiç kaybetmeyin! İşte o çizgi sizsiniz. Hayatta yalnızca bir çizgisiniz. 


* Aşklar için ödediğim bedel ve yitirdiklerim; onca şeye ödediğim bedeller. Artık kendime ayıracağım zamanı, anlamını anlamak için. Ayakkabılarımı çıkarıp bir kumsalda. (giyindiğim benliği çıkarıp) yalnız ve huzur içinde. Belki daha çok denemeliyim. Belki eve döneceğim o uzun yolculuğa çıkmalıyım. Belki biraz saklanmalıyım tüm aşklar saklanarak. Kendim olmak.. Yalnızca kendim olmak *

Tuesday, 4 April 2017

Küçük bir sır


Chandra X-Işını Telekosbu 1999 yılında fırlatılmıştı.

Bir X ışını Teleskobu uzaktaki objeleri X ışını spektrumunda gözlemlemek için dizayn edilen teleskoptur. X ışınlarına karşı opak olan Dünya atmosferinin üzerine ulaşmak için , X ışını teleskopları yüksek irtifa roketlerine, balonlara veya yapay uydulara monte edilir.

Teleskobun temel birimleri, teleskoba giren radyasyonu toplayan optik ( odaklayan veya hizalayan) ve radyasyonun toplandığı ve ölçüldüğü spektrometre dedektördür.

Chandra teleskobu 30 Mart 2017 tarihinde, 10.7 milyar ışık yılı uzaklıkta çok büyük çaplı bir patlama tespit etti. Parlama etkisi evrendeki tüm yıldızların toplamının yaydığı ışımadan 100bin kez daha parlak olarak kayıt edildi. Bir kaç saat kadar sürdükten sonra gözden kayboldu.

İlk kez bu büyüklükte bir parlama tespit edildiği için ne olduğu hakkında henüz bir bilgi mevcut değil. Ancak tahmin olarak, bir galaksinin topluca patlamış olabileceği görüşü öne sürülmüş durumda.

Hepimizin bildiği gerçek şudur : Yıldızlar doğar, ölür ve küllerinden yeni yıldızlar doğar. Nebulalar yeni yıldızların beşikleridir. Eğer bir galaksi patlamış ve ölmüşse; ilk kez bir galaksinin ölümüne tanıklık etmiş olduk ve ardından galaktik nebulaları izleme fırsatı bulabileceğiz demektir.

Yine de yığınla soru işaretlerimiz var! Merak, heyecan ve yine merak!
Yaşamın, yaşam enerjisinin, öğrenme keyfinin ana kaynağı bu değil midir!
(Öğrenme keyfi ve merakının yerini hiçbir şey dolduramaz. Ne aşk, ne seks, maceralar ne de yığınla para, mülk, güç....  Bu küçük gizemi bilen insanların hayatlarının sonuna dek mutlu, bitmeyen bir serüven içinde neşeyle yaşadıkları sırrını vereyim sizlere.)

Mysterious Cosmic Explosion Puzzles Astronomers
https://www.nasa.gov/mission_pages/chandra/news/mysterious-cosmic-explosion-puzzles-astronomers.html 

Sunday, 2 April 2017

What should be allowed to use CRISPR?


   

Who should be allowed to use CRISPR?

Exclusive agreements with private companies could delay vital research
 
crispr
Sam Ward
CRISPR acts like a scissors for DNA.
This week saw a resolution to the grueling legal battle between the University of California at Berkeley and the Broad Institute over the discovery of the novel, cheap, and easy-to-use gene-editing technique known as CRISPR. The technique’s original discoverers, Berkeley’s Jennifer Doudna and Emmanuelle Charpentier, lost a patent battle to the Broad Institute's Feng Zhang over who first discovered that the technique could be used to edit human and animal DNA—a feat that has massive potential to treat and cure diseases.
But what still hangs in the air, detailed in a report out today in the journal Science, is who will be allowed to use this technology and in what way. Despite the fact that the patent rights to CRISPR were being disputed in court, private companies have seized on the opportunity to use this technology to research disease treatments, and entering into licensing agreements with the research institutions to gain exclusive rights to use CRISPR in a particular way to treat a particular disease. That would mean that no other company could do similar research. How can this be?
A set of guidelines from the National Institutes of Health in 1999 and another, called the “Nine Points”, that was agreed upon by a number of universities (including UC Berkeley, Harvard, and MIT) in 2007 state that any research tools that a research university invents should be made publicly available to any scientists or institution that wants to use it.
But most discoveries aren’t actually research tools, says Jorge Contreras, an intellectual property lawyer at the University of Utah and a co-author of today's report. So, for example if someone at a research university discovers a new molecule that’s effective against a particular protein that would lead to a new way to treat a disease, that’s a therapy and it’s appropriate to license it exclusively.
Drawing the line between a research tool and a therapy is incredibly important. Take PCR, for example. The polymerase chain reaction, discovered in 1985, allows researchers to select a tiny and specific sample of DNA, and replicate it billions of times. Today, PCR helps scientists study bacteria, viruses, and genetic diseases—and it’s helped to discover many vital treatments and breakthroughs. Nearly every lab in the world now uses PCR, for any reason they want. That’s because it’s considered a research tool.
So what’s CRISPR? That’s the main question that needs to be answered, says Contreras. Currently, it’s not considered a research tool. Because of that, private companies have already entered into what’s called surrogate licensing agreements with both Broad (which is a collaboration between MIT and Harvard) and UC Berkeley. “That’s where we think CRISPR crosses the line,” Contreras says.
Contreras is afraid of what would happen if CRISPR remains where it is. For example, the private company Juno therapeutics has entered into surrogate licensing agreements with MIT and the Broad Institute to do research using CRISPR and the immunotherapy cancer treatment called CAR T-cell treatment. The treatment, which is still in clinical trials, is thought by many to revolutionize the way cancer is treated, and perhaps CRISPR could significantly help that. But Contreras’ concern is what happens if Juno folds, or is subject to lawsuits? The rights that it (or any other company) has could be tied up in courts for decades, delaying vital research. If Juno went bankrupt, no one else could use CRISPR and CAR T together to develop effective therapies. “This strikes me as a real shame and a loss to society,” says Contreras. Further, if other companies did apply to that company to use their licensed CRISPR therapy, that company can decide not to give it to them, especially if they are a competitor or if they think they will do the research that that company wants to do now in the future.
But Contreras says that because CRISPR is very much still in the research phase (and parties are still fighting over who owns the patents on these discoveries), it’s an ideal time to rethink how CRISPR should be viewed. “There can be some renegotiation of the basic CRISPR licensing,” he says.
Contreras says the recent court decision will almost surely be appealed. And he doesn’t think anything major will happen until those court decisions have been finalized. But in the meantime, private companies who want to be in this market are already positioning themselves and are paying a lot of money for some of these licenses that they think they are going to need.
To ensure that everyone who wants to do research on CRISPR has access, Contreras says the NIH should go back and rethink its old 1999 policy to ensure there’s no gray area that CRISPR can slip through, and that all broad research platforms, including something like CRISPR, should be licensed non-exclusively. “CRISPR definitely crossed over the line, and it should go back behind the line.”
TAGS: